Varlık kavramı, felsefe tarihi boyunca en temel sorunlardan birisi olmuştur. İnsan bilincinin bu en temel duyusunun ne’liği hakkında ya da neden kaynaklandığı hakkında pek çok görüş öne sürülmüştür.
Genel yaklaşım, varlık kavramının varlığını esas kabul ederek, onu nitelikleri açısından tanımlamak şeklinde cereyan etmiştir. Söz gelimi “Varlık bir idedir/tözdür.” şeklinde realist bir idealizim biçiminde ya da “Varlık maddedir/duyu algısıdır.” şeklinde materyalist nitelik bakımından tanımlanılmaya çalışılmıştır.
İslam düşünürleri Aristotelesçi çizgide varlığın kategorik ayırımına gitmişlerdir. Buna göre varlık olumsal (mümkün), zorunlu (vacip) ve olanaksız (mümteni) olarak üç temel ayrımda ele alınır.
Burada zorunlu varlık kavramı nedensel ya da zamanda öncelikli anlamında değil de mantıkî olarak kullanılmıştır. Yani zorunlu varlık, mantık işlevselliğinin zorunlu bir sonucu olmak durumundadır. Zira bizim ve dış dünyadaki topyekûn varlığın zamanda bir başlangıcı olduğundan, varlıkları olumsal olmak durumundadır.
Olumsal olmak, varlıklarının ve yokluklarının eşit olduğu bir potansiyel başlangıç durumundan, varlıklarının yokluklarına tercih edildiği ya da bu eşitlik durumunda varlığa olan yönelimin baskın geldiği bir konumu ifade eder. Çünkü varlık açığa çıkmıştır. Bir müddet sonra da tekrar yok olmakta, yani bu sefer de yoklukları varlıklarına tercih edilmiş ya da kendi yokluklarına bir yönelim açığa çıkmaktadır.
Bu nedenle varlıklar 0-1 eşitlik ayrımında olasılıksal bir potansiyel özüne sahiptir. Söz konusu eşitlik zamansal değil mantıksal olarak sürekli var olan ve varlığı kendinden kaynaklanan bir diğer var oluşu zorunlu kılar. Çünkü böylesi bir varlık durumu olmazsa olasılıksal yapı varlığa yönelemez.
Burada eşitliğin diğer tarafında bulunan yokluk da nisbi olarak var olmak zorundadır. Yani varlığa gelen şeyin yokluğu olarak olmalıdır. Eğer mutlak yokluk olarak olursa, bu durumda da olumsuz yani mümteni varlık söz konusu olacaktır.
Varlıktaki her şey söz konusu eşitlik durumundan varlık durumuna geçebilmek için mantıkî olarak bir tercih ediciye gereksinim duyar. Çünkü aksi takdirde eşitlik bozulmayacaktır. Ancak burada eşitliğin bozulması form açısındandır. Şeylerin özü ise bu eşitlik olarak kalacaktır. Bu nedenle de zorunlu varlık tercihini şeyin yokluğu içinde kullanabilmektedir.
Risale-i Nur’da Varlık Hakkında Bir Bilgi Var mı?
Risale-i Nur’da bu durum, “Varı yok etmek ve yoğu var etmek en kolay, en suhuletli, belki daimî, umumî bir kanundur. Bir baharda, üç yüz bin envâ-ı zîhayat mahlûkatın şekillerini, sıfatlarını, belki zerratlarından başka bütün keyfiyat ve ahvallerini hiçten icad eden bir kudrete karşı ‘Yoğu var edemez.’ diyen adam, yok olmalı!” (bk. Lem’alar, s.196) şeklinde belirtilir.
Varlığa bu çıkış ise şöyle ifade edilir:
“İnşa ve terkip tabir edilen, mevcut olan anâsır ve eşyadan toplamak suretiyle ona vücut vermektir. Eğer cilve-i ferdiyete ve sırr-ı ehadiyete göre olsa, hadsiz derece bir suhulet, belki vücub derecesinde bir kolaylık olur. Eğer ferdiyete verilmezse, hadsiz derece müşkül ve gayr-ı mâkul, belki imtinâ derecesinde bir suûbet olacak.” (bk. Lem’alar, s. 315).
Şimdi insan beyninin varlığı algılamasından yola çıkarak, varlık algısının bir sinyalden ibaret olduğunu iddia etmek, olumsal varlığın olmadığını değil de aksine onun varlığını göstermektedir. Çünkü varlık olmaksızın böylesi bir algı da olmayacaktır.
Ancak bu algının zorunlu varlığı algılaması düşünülemez. Çünkü bu algı ve konusu birlikte olumsal (mümkün) bir öze sahiptir.
Başta da belirttiğimiz gibi, zorunlu varlık algının değil mantığın gereğidir. Aksi takdirde var olan şeylerin ezeli olarak var olduğunu öne sürmek gibi saçma bir sonucu kabul etmemiz gerekecektir. Oysa gözlemlerimiz açık bir biçimde sürekli varlığa çıkış ve varlıktan gidişi bize göstermektedir. Bu nedenle vacibü’l-vücudun varlığı bizim var oluşumuzun gerektirdiği mantıkî bir zorunluluktur.
Üstelik insan bilincinin gerçekleştiği fizyolojik bağlam olan bedenimiz veya beynimiz de bizim var oluş duygusuna ulaşmamızdan önce gerçekleşen doğrudan bir dizayn ürünüdür. Ve zihinsel özneliğimizden bağımsız bir biçimde çalışmaktadır. Bu nedenle beyne yüklemleyeceğimiz her şey de mantıksal olarak beynin yaratıcısına yüklemlenmektedir.
Son olarak, vacibü’-l vücud ile irtibat kurulması ise, beynin değil de ruhun sezgisel niteliği sayesinde olmaktadır. Bu duruma ise “iman” adı verilmektedir. İman burada zorunlu varlığa yönelik epistemolojik bir sezgiselliğin adı olmaktadır.
Kaynak: Sorularla İslamiyet
Ayrıca aklına takılan sorular veya merak ettiklerin için Sözler Köşkü YouTube kanalımıza göz atabilirsin.
Bazı Merak Edilen Sorular:
ATOMLARIN AKLI VAR MIDIR?
ATOMLAR CANSIZ MIDIR? İNSANDAKİ ATOMLAR İLE CANSIZ VARLIKLARDAKİ ATOMLAR DA AYNI MIDIR?
ATOMLARIN İLİM VE ŞUUR SAHİBİ OLMADIĞINI NEREDEN BİLİYORSUNUZ?
BİLİM İNSANLARI NEDEN ATEİST OLUR?
KARADELİK HAKKINDA KUR’AN’DA VE HADİSLERDE BİLGİ VAR MIDIR?
Yorumlar (0)