Bir Hristiyan ya da Yahudi böyle bir talepte bulunursa konunun anlaşılması açısından bir kaç yönden incelemek gerekir:
Böyle düşünenler bu düşüncelerinin karşılığını alacaklardır. Elbette Peygamber Efendimize (asm) ve İslamiyete düşman olanlara göre çok farklı değerlendirilmeleri gerekir. Ancak böyle birisine tam bir mümin ve tam bir Müslüman denilemez.
Nitekim, bugün her Müslüman “Ben Hz. İsa (as)’nın peygamber olduğuna iman ediyorum. İncil’in orjinalinin de Allah kelamı olduğuna inanıyorum.” demektedir. Nitekim bütün Müslümanlar bu inanca sahiptirler. Böyle diyen bir kimseye Hristiyan denilebilir mi?
Öyleyse hem Peygamberimize (asm) iman eden hem de kendi dininde kalıp onun esaslarıyla amel eden bir kimseye nasıl mümin ve Müslüman denilebilir. Ayrıca İslamiyet’ten başka bütün dinlerde İslamiyet’e aykırı inanç ve yaşam biçimleri vardır. Bunları da kabul etmemesi ve inancını düzeltmesi gerekir. Bu açıdan hem İslamiyet’i kabul edip hem de önceki dininde olanları kabul etmesi ve yaşaması diye bir durum söz konusu olamaz. Bu birbirine zıt şeylerdir.
Bununla beraber kalbini bilemeyiz. Gerçekten mümin ve Müslim de olabilir. Ancak bizler dış görünüşe ve kendi ifadelerine göre karar vermek durumundayız.
Böyle kimselere daha yakın olmalı ve İslam dininin iman ve ibadet esaslarını daha yakından görmesi için yardımcı olmalıyız.
İmansız İslâmiyet, İslamiyetsiz Îman Ne Demektir?
İslâm, teslim olmak, iz’an ve itaatle boyun eğmek, imtisal etmek mânâlarına geldiği gibi, görünen ve görünmeyen her türlü ayıp ve şaibeden salim, temiz ve hâlis olmak mânâsına da kullanılır.
İslâm’ın dinî mânâsı ise şöyle ifade edilmektedir:
Resûl-i Ekremin (a.s.m.) haber verdiği ahkâm ve emirleri, dinin icaplarını kabul edip, ona bütün varlığıyla teslim olmak, itaat etmek ve boyun eğmektir. Bu durumda İslâmın getirdiklerini kabul eden kimseye Müslim-Müslüman denir.
İman ise, lügat mânâsı itibariyle; bir şeye hiç tereddüt etmeden kesin olarak inanmak, bir hükmü tasdik etmektir. Verilen haberin kendisinde ve haberi verenin doğruluğunda şüpheye düşmemektir.
Dinî manâsıyla da îman, Allah’ın varlık ve birliğine, Hazret-i Muhammed’in (a.s.m.) Onun peygamberi olduğuna ve peygamber olarak insanlara duyurduğu şeylerin hak ve doğru olduğuna tereddütsüz inanmak, tasdik etmek ve kabul etmektir.
Sa’d-ı Taftazanî’nin tefsirine göre îman, “Cenab-ı Hakk’ın istediği kulunun kalbine, cüz-i ihtiyarının sarfından sonra koymuş olduğu bir nurdur.”
Bediüzzaman’a göre ise îman,
“Şems-i Ezelîden (Cenab-ı Hakk’tan) ihsan edilmiş bir nur olduğu gibi, saâdet-i ebediyeden de bir parıltıdır.” (İşaratü’l-îcâz, s. 44.).
Hz. Cebrail (as)’in suali üzerine ise Peygamberimiz (a.s.m.) îmanı, “Âmentü”de ifade edilen altı îman şartını beyan ederek cevaplar. Bu açıklamaya göre ise îman esaslarına ve inanılması icap eden şeylere iman eden kimseye mü’min denmektedir.
İslâm dininin kabul ettiği inançlı bir Müslüman, İslâm ve îman tariflerinde yer alan bütün esas ve prensipleri kabul edip inanan, îman ve İslâmı birbirinden ayrılmaz bir bütün olarak bilip ona göre hayatını sürdüren insandır. Çünkü, bu iki mefhum ruh ve beden gibi birbirinden ayrılmayan, ayrıldığı takdirde bir mânâ ifade etmeyen şeylerdir.
Ancak, bununla birlikte insanlar inanç ve dinî yaşayış bakımından farklılık arz etmekte, İslâm’ın istediği ve arzu ettiği bir îman tarzı, tasdik ve kabul tarzı herkeste görülmemektedir. Meselâ Allah’a, peygambere ve âhiret gününe iman ettikleri halde, muamelat dediğimiz İslâm’ın ticaret, hukuk, ceza gibi sosyal hayata bakan cihetlerini kabul etmeyen kimseler çıkıyor. Buna karşılık îmanı olmadığı halde, dinin sosyal hayatı düzenleyen prensiplerine taraftar olduğunu açıkça söyleyen kimselere rastlıyoruz.
Bu çeşit kimselerin inanç durumu nasıldır? Kur’ân’ın bütün esaslarını benimsemeyen kimseye Müslüman denebilir mi? Aynı şekilde, Müslüman olmadığı halde İslâm muamelatla ilgili olarak getirdiği esasları müdafaa eden insanları ne şekilde değerlendireceğiz?
Bir mefhum olarak İslâmı ve îmanı Bediüzzaman şöyle tarif eder:
“İslâmiyet iltizamdır, îman iz’andır. Tâbir-i diğerle İslâmiyet hakka tarafgirlik ve teslim ve inkıyattır, îman ise hakkı kabul ve tasdiktir.” (Mektubat, s. 31.).
Yukarıda da belirttiğimiz gibi, samimi olarak hakka taraftar olup, boyun eğerek kabul ve tasdik eden bir kimse mü’min ve Müslümandır. Fakat sadece taraftar olan veya sadece tasdik eden kimse tek taraflı inanca sahip olduğundan bunların durumu bir öncekilere göre farklıdır. Her iki vasfı bir arada bulundurmadıklarından itikatları değişiktir.
Sadece mü’min ve sadece Müslim olarak kabul edilen kimselerin durumunu aydınlatmak için önce âyet ve hadisten birer misal vermek yerinde olacaktır.
Benî Esed kabilesinden bir cemaat, bir kıtlık yılında Peygamberimize (asm) geldiler. Gerçekten îman etmedikleri halde ganimetten hisse alabilmek için Kelime-i Şehâdet getirip kendilerinin de mü’min olduklarını söylediler. Peygamberimiz (asm) tereddüt içinde iken şu mealdeki âyet-i kerime nazil oldu:
“Bedevilerden bazıları ‘îman ettik’ derler. Onlara de ki: Hayır, îman etmediniz. Siz ‘Müslüman olduk’ deyin; çünkü îman henüz kalbinize girmiş değildir. “ (Hucurât Sûresi, 14.).
Bir defasında Peygamber Efendimiz (a.s.m.), kalblerini İslam’a ısındırmak maksadıyla birkaç kişiye ganimetten hisseler dağıtıyordu. Yalnız içlerinden birisini bıraktı, ona bir şey vermedi. Bu durumu fark eden Sa’d bin Ebî Vakkas, meselenin hikmet cihetini Peygamberimiz (asm)’den öğrenmek istedi ve sordu:
“Yâ Resûlallah, falan adamı niçin bıraktınız. Vallahi, ben onu çok iyi bir mü’min biliyorum.” dedi.
Peygamberimiz (asm), “Yahut Müslim” buyurdu.
Hz. Sa’d biraz sonra tekrar sordu: “Yâ Resûlallah, falanı niçin bıraktınız? Vallahi ben onu iyi bir mü’min biliyordum.”
Peygamberimiz (asm) yine “Yahut Müslim” dedi.
Hz. Sa’d’in üçüncü defa sorusuna Peygamberimiz (asm) yine aynı cevabı verdi (Müslim, îman: 237.).
Hadisin şerhinde Peygamberimizin (asm) şu şekilde bir ders vermek istediği bildirilmektedir:
“Falan mü’mindir, diye kestirip atmayın. Çünkü, kalben inanıp inanmadığını bilmezsin. Mü’min diyeceğinize Müslim deyin; zira Müslim teslim olan mânâsına gelir.”
Bediüzzaman Said Nursî ise bu meseleyi izah ederken şöyle demektedir:
“Eskide bazı dinsizleri gördüm ki, ahkâm-ı Kur’âniyeye şiddetli tarafgirlik gösteriyorlardı. Demek o dinsiz, bir cihette Hakkın iltizamiyle İslâmiyete mazhardı. ‘Dinsiz bir Müslüman’ denilirdi. Sonra bazı mü’minleri gördüm ki, ahkâm-ı Kur’âniyeye tarafgirlik göstermiyorlar, iltizam etmiyorlar; gayr-ı müslim bir mü’min tabirine mazhar oluyorlar.” (Mehtûbat, 31.).
Bir başka eserinde bu mesele ile ilgili bir misal vererek konuyu iyice akla yaklaştırmaktadır. Bu hususu özetleyerek verelim:
“Gayr-ı mü’min Müslim ile gayr-ı müslüm mü’minin mânâsı şudur: Hürriyetin başlangıcında, İkinci Meşrutiyet yıllarında İttihatçıların içine girmiş olan dinsizleri görüyordum ki, İslâmiyet’in ve şeriatın içtimai hayata ve bilhassa Osmanlının siyasetine çok faydalı ve kıymetli, yüksek düsturları içinde bulundurduğunu kabul edip, bütün kuvvetleriyle şeriata taraftar idiler. O noktada Müslüman, yâni hakkı iltizam ettikleri ve taraftar oldukları halde mü’min değildiler. Demek gayr-ı mü’min bir Müslüm vasfını hak ediyorlardı. Şimdi ise Frenk usûlünün ve medeniyet nâmı altında bid’atçı ve dine zarar veren cereyanlara taraftar olduğu halde, Allah’a, âhirete, Peygambere îmanı da taşıyor ve kendini mü’min biliyor. Madem hak ve hakikat olan “şeriat-ı Ahmediyenin” kanunlarını iltizam etmiyor ve hakiki taraftarlık göstermiyor, gayr-ı müslim bir mü’min oluyor.” (Barla Lahikası, s. 191.).
Bu misalde de açıkça görüleceği üzere, zamanımızda bu çeşit insanlar yok değildir. Böyle kimseler îmanları olduğu halde insanlar için bir refah ve saadet kaynağı olan dinin bazı hükümlerini kabul etmeyip, başka sapık ideoloji ve cereyanların ortaya attığı mukabil hükümleri kabul edip onun tatbikini isteyen, kendisini mü’min saydığı halde İslâmın esaslarına taraftar olmayan kimseler Gayr-ı müslim bir mü’min sınıfına girerler. Böyle kimseler her ne kadar Allah’a ve diğer îman esaslarına olan inançlarını muhafaza ediyorlarsa da, İslâmın fert ve cemiyet hayatına getirdiği ve on dört asırdır tatbik edilegelen, Kur’ân lisanıyla da ifade edilen bazı İlâhî hükümlerin, günümüzde geçerliliğini korumadığı iddiasında bulundukları için, “Müslüman” sıfatını taşımamakla beraber, “mü’min” sıfatını muhafaza etmiş oluyorlardır. Fakat îmansız İslâmiyet kurtuluşa yetmediği gibi, İslamiyetsiz îman da kurtuluş vesilesi olmaz. Böylece ebedî saadeti kaybetme tehlikesiyle her zaman yüz yüzedirler.
Yine îman esaslarına tam olarak inandığı halde İslâmı bir bütün olarak kabul etmeyen diğer dinlere mensup kimselere de “gayri müslim bir mü’min” denebilir, îmanı mevcut olsa da, “ehl-i necat” sayılmazlar.
Kaynak: Sorularla İslamiyet
Ayrıca aklına takılan sorular veya merak ettiklerin için Sözler Köşkü YouTube kanalımıza göz atabilirsin.
Hristiyanlar Hakkında En Çok Merak Edilen Sorular:
BAZI HADİSLERE GÖRE, ATEİZMİN ÇOK OLDUĞU BİR DÖNEMDE MÜSLÜMANLARLA HRİSTİYANLARIN İTTİFAK EDECEĞİ VE MUTLU BİR DÖNEMİN OLACAĞI BİLGİSİ DOĞRU MUDUR?
HRİSTİYANLARA NASIL TEBLİĞ YAPABİLİRİM?
MÂİDE SÛRESİ, 51. AYETTE GEÇEN, “YAHUDİ VE HRİSTİYANLARI DOST TUTMAYINIZ.” AYETİ NASIL ANLAŞILMALIDIR?
İSLAMİYET’TEN ÖNCE YAŞAYAN YAHUDİLERİN VE HRİSTİYANLARIN İMANLARI GEÇERLİ MİDİR?
HRİSTİYANLARIN TANRI ANLAYIŞLARI NASILDIR? GÜNÜMÜZDEKİ HRİSTİYANLARIN, İSLAM DİNİNE VE MÜSLÜMANLARA BAKIŞLARI NASILDIR?
Yorumlar (0)