Arapça’da kıssa kelimesi, (K.S.S.) kökünden türetilen bir kelimedir, çoğulu kasastır. Kelimenin kökünde; anlatmak, haber vermek, bildirmek, rivayet etmek, sözü nakletmek, hikâye etmek, izlemek, iz takip etmek, kesmek, vb. anlamlar bulunmaktadır.
Kur’an-ı Kerim’de Kıssa Denince Anlatılmak İstenen Nedir?
İslâmî literatürde veya Kur’ân ıstılahında kıssa denildiğinde, Kur’ân’da anlatılan tarihî olaylar ve peygamberlerin hayat hikâyeleri anlaşılmaktadır. Ancak Kur’ân-ı Kerîm’de söz konusu bağlamda bizzat kıssa olarak değil de aynı kökten gelen, aslında isim olup, mastar yerine de kullanılan kasas şeklinde geçmektedir.Yine aynı kelimenin müştakları birçok yerde anlatmak, hikâye etmek; iki yerde de takip etmek, izlemek anlamlarında kullanılmıştır.
Kur’ân’da önemli bir yekûn teşkil eden tarihî olaylara kasas denilmesi rastgele olmamıştır. Bu isim Kur’ân’da, tarihî olayların anlatılış keyfiyet ve boyutlarını gösteren çok ince anlamlar gözetilerek seçilmiştir. Bu gerçeği anlayabilmek için kıssa kelimesinin kökünde varolan şu dört temel anlamı unutmamak gerekmektedir.
Birincisi: İz sürmek, birini takip edip arkasından gitmek. Daha önce de ifade edildiği gibi söz konusu kelime bu anlamda Kur’ân-ı Kerim’de iki yerde kullanılmıştır.
İkincisi: Bir kimseye bir haber veya sözü bildirmek, açıklamak, anlatmaktır. Kelime bu anlamıyla da Kur’ân-ı Kerîm’de yaklaşık on yedi yerde geçmektedir.
Üçüncüsü: Bir şeyi makasla kesmek, kırkmaktır. Yine Arapça’da Kusasetu’ş-Şa’ri tabiri, saçlardan kesilen bir miktarı ifade eder ki “Bir tomar saç” şeklinde tercüme etmek mümkündür.
Aynı kökün dördüncü anlamı olarak da aslında isim olup mastar anlamında kullanılan kasas ve kass kelimelerine baktığımızda; göğüs, göğsün başı, ortası ve göğüs kemiği anlamlarıyla bir şeyin önemli kısmı, belli bir bölümü, parçası anlamlarına geldiğini görmekteyiz. Bu son anlam, Arapların Kusasu’ş-Şa’ri tabirinde, alın kısmında saçların bitim noktası, ön cephede başın orta noktası, alın gibi anlamları ifade ettiğini görüyoruz.
Kur’an-ı Kerimde Kıssa:
Kur’ân literatüründe kasas, kıssa veya kıssalar denildiğinde hemen Kur’ân’da önemli yer tutan geçmişe ait olayların anlatılması akla geldiği gibi, ilmî ve objektif bir nazarla dikkat edildiğinde aynı zamanda kelimenin kokünde var olan aslî dört manadan dolayı temel unsurlarıyla Kur’ân kıssalarının mahiyetini, gerçekliliğini yansıttığını da görürüz. Aynı gerçekten hareketle, Kur’ân’ın tarihî olaylar için kullandığı Kasas tabirine baktığımızda kıssaların dinî, edebî ve tarihî karakterini yansıtan en uygun bir isim olduğunu açıkça görebiliriz.
Bu özet açıklamalar ve Kur’ân’ın,
“Andolsun ki peygamberlerin kıssalarında aklı olanlar için ibretler vardır. (Vahye, Kur’an’a gelince) o hiçbir şekilde uydurulmuş bir söz olamaz.”
“Şüphesiz bu anlatılanlar gerçek kıssalardır.”(8)
mealindeki ayetleriyle, benzer anlamdaki birçok Kur’ân ayetleri mantukunca, Kur’ân ıstılahında Kasas veya Kıssa denildiğinde şunu anlamaktayız:
Tarihin derinliklerinde kaybolmuş, unutulmuş veya bazı izleri insanlığın hafızasında varlığını koruyabilmiş, her zaman için geçerli mutlak hakikatleri, yüksek dinî değerleri, yönlendirme, teşvik gibi unsurları başka kıssalarda bulunmayan bir şekilde ihtiva eden tarihî olayların, sözce kendisinden daha doğru bir kimsenin bulunmadığı Allah tarafından Kur’ân muhataplarına; adeta olaylara yeniden bir canlılık vererek anlatılmasıdır. Ancak hadiseler anlatılırken Kur’ân, tarih kitabı olmadığından, teferruat meselelerini, lüzumsuz kısımlarını terketmiş, -bir benzetme yapacak olursak makaslamış- sadece Kur’ân’ın hidayet rehberi oluşuna uygun bir şekilde muhatapları irşad edip aydınlatacak kısımlarını anlatmıştır. Bu anlatma şekli de olayların aslı Cenâb-ı Hakk’ın her şeyi kuşatan ilmiyle adım adım izlenerek, vak’anın aslında herhangi bir değişiklik yapılmadan ve Kur’ân’ın i’câz ve îcâzına paralel, iktiza-i hale mutabık olarak muhatapların ibret ve tefekkürlerine sunulmasıdır.
Kıssa kökünün lügat ve ıstılâhî manasıyla ilgili yukarıdaki açıklamalardan, Kur’ân kıssalarına niçin ilk bakışta daha uygun gözüken hikâye denmediğini kolayca anlamak mümkündür. Çünkü hikâye kelimesinin lügat manası; bir şeyin aynısını ve benzerini getirmek anlamına gelmektedir. Arapça’da “Hekâ anhu’l-hadîs” (Ondan sözü hikâye etti) deyince; söz, fiil ve diğer hususlarda teferruatta aynısını nakletti demek olur. Yine Arapça’da, ister vukû bulsun ister hayalî olsun anlatılan her şeye hikâye denir ki bu anlam Kur’ân kıssalarının mahiyet ve keyfiyeti ile asla bağdaşmaz.
Kur’ân-ı Kerîm’de kıssalar konteksi içinde geçmiş tarihî olaylar hakkında Kasas kelimesi dışında Nebe’ (çoğulu Enba’), Asr-ı Saadet’te vuku bulan hâdiseler için ise Haber (çoğulu Ahbâr) kelimeleri de kullanılmıştır. Ancak Kasas kelimesi dışında farklı kelimelerle de ifade edilen Kur’ân kıssalarındaki ortak ve değişmeyen nokta, vukuu kesin tarihî olaylar ve haberler olmalarıdır.
Daha önce de işaret ettiğim gibi, Kur’ân literatüründe kıssa üslûbu ile zaman zaman karıştırılan başka bir Kur’ânî üslûb da mesellerdir. Çünkü mesel kelimesi kıssalar siyakında ibret, örnek ve ders anlamında birkaç defa kullanılmıştır. Bu sebeple sathî bir nazarla bakıldığında kıssaların bir uzantısı gibi görünürler. Ancak dikkatle tetkik edildiğinde gerçek hiç de böyle değildir. Meseller veya başka bir deyişle Emsâlu’l-Kur’ân, Kur’ânî mesajın muhataplara ulaştırılması açısından kıssalar gibi aynı hedefe hizmet eden ve fakat yapı itibariyle kıssalardan tamamen farklı bir üslûb şeklidir.
Özetle Tefsir Usûlü İlmi’ne göre meseller denilince; hakikatte vukû bulmayan, ancak öğüt, ders, ibret, kastedilen mananın akla yakınlaştırılması ve mananın hissedilir şekilde tasviri gibi gayeler için Kur’ân’ın getirdiği misaller akla gelmektedir. Bu üslûbla birtakım önemli hallerin, olayların ve hakikatlerin gerçekte meydana gelmeyen suretler veya darb-ı mesellerle tasviri yapılarak, muhataba ulaştırılması istenen mana ve mesajlar zihne, anlayışa kolay bir tarzda sunulmaktadır.
Şimdi mesel kelimesi kıssalar siyakında ders, ibret veya örnek anlamında kullanıldı diye veya kıssa kelimesini hikâye kelimesiyle karıştırarak Kur’ân kıssalarını meseller gibi veya normal hikâyeler gibi tarihte gerçekten meydana gelmeyen rivayetler olarak görmek mümkün değildir. Böyle bir iddianın veya vehmin ne tarihî ve arkeolojik bilgiler, ne Kur’ân’ın hedef ve gayeleri, ne tarih felsefesi, ne de bu konudaki gayet açık Kur’ân ayetleri açısından kabul edilebilir bir yönü vardır.
Kesin bir delile dayanmaksızın sadece indî yorumlar veya vehmî düşüncelerle, birçoğu tahrif edilmiş de olsa semavî kitaplarda anlatılmış, tarih kitaplarına geçmiş, bazılarının yeryüzündeki izleri, kalıntıları muhafaza edilmiş, bir kısmı her şeye rağmen nesilden nesile gelerek insanların hafızalarında korunmuş tarihî şahsiyetleri, peygamberleri ve olayları inkâr etmenin hiçbir ilmî izahı olamaz. Mesela Kur’ân kıssalarına konu olan Hz. Adem, Nuh, Hûd, Salih, Lût, İbrahim, İsmail, İshak, Yusuf, Musa, İsa (aleyhimüsselam) kıssalarına, Firavun, Karun ve İsrailoğulları ile ilgili haberlere, hele hele Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemin doğumundan birkaç ay önce meydana gelmiş Fil olayına vs. “Tarihen meydana gelmemiş, aslı olmayan hayalî veya temsilî kıssalardır.” demek, tarihi inkâr etmek demektir. Böyle bir iddia, aynı zamanda Kur’ân’ın -insanlık tarihinde gerçekten yaşanmadığı halde- insanlığı uyarmak, ders ve ibret vermek için birtakım roller ihdas ettiği, tarih uydurduğu anlamına gelir ki bu da yüce Allah’ın uydurma olaylarla Kur’ân muhataplarını korkutarak kandırmakta olduğu iftirasında bulunmak demektir. Vahiy karşısında her devirde aynı olan bu tür iftiraları bizzat Kur’ân birçok ayetleriyle peşinen teşhir etmektedir.(10)
Kur’ân’ın Kıssalar üslûbuyla ilâhî mesajları muhataplara sunarken, beşeriyetin özünde mevcut sosyal ve psikolojik yönleri de göz önünde tutarak anlatım ve ifadede daha cazip, daha canlı ve etkileyici bir üslup takip ettiğini görmekteyiz. Gerçekten insan fıtratı, anlayış ve kavrama yönünden kuru fikirleri dinlemekten ziyade müşahhas fikirlere mütemayildir. İnsanın yaratılışını göz önünde tutan Kur’ân-ı Kerîm, en güzel kıssaları gözlerimizin önünde cereyan ediyormuşcasına anlatır. Kıssalar diliyle fikirler adeta müşahhaslaştırılır. Dinleyenlerin kolay anlaması sağlanır. Çünkü devamlı çıplak hakikatler, soyut manalar aklı yorar, dikkatleri bir yerde dağıtabilir. Fakat kıssalar diliyle, yüksek dînî ve ilâhî mesajlar tecrübî olaylarla, amelî bir surette, adeta gözlere seyrettirilir, kulaklara işittirilir. Allah Te’âlâ’nın insana bildirmek istediği yüksek manalar akl-ı selimin idrakine kolayca sunulur.
İşte Kur’ân en üstün davet metodunu kullanarak, bir taraftan ilim ehline yüksek hakikatleri ve mücerret manaları sunarken, diğer taraftan da ekseriyeti teşkil eden avamı nazara alarak daha kolay anlaşılır bir tarzda -teşbihler, istiareler, meseller… gibi- kıssalar yoluyla da en güzel şekilde irşad eder. Tabiatıyla bu da Kur’ân’ın en önemli i’caz yönlerinden birisidir. Zaten belağatın gereği de budur. Çünkü “Belağat, iktiza-i hale mutabakattır.” diye tarif edilmiştir. Dolayısıyla Kur’ân-ı Kerîm’de kıssalar üslûbu gibi bir üslûbun bulunması
“Şüphesiz biz Kur’ân’ı öğüt için kolaylaştırdık. Öğüt alan yok mu?”
âyetlerinin parlak bir yansımasıdır.
Kur’ân kıssalarına baktığımız zaman büyük bir ekseriyetle bu Kur’ânî üslûba konu olan malzemenin peygamberler ve bunların hak davalarının tarihi olduğunu görürüz. Bu ilâhî davetler karşısında insanların durumu ne olmuştur? Daveti kabul edenler, etmeyenler ve aralarında cereyan eden mücadelenin seyri ve sonucu Kur’ân muhataplarına öz olarak anlatılmaktadır. Gaye; Kur’ân muhataplarını, daha önce düşülen hatalara, İlâhî değerlere karşı olumsuz tavır sergileyen fertlerin veya toplumların durumuna karşı uyarmak ve aynı hatalara düşmekten onları kurtarmaktır. Kur’ân-ı Kerim kıssalar üslûbuyla peygamberler tarihi dışında, insanlık tarihi sürecinde meydana gelen inanç ve din konularında her zaman insanlık için ders ve ibret olacak bazı tarihî olay ve şahsiyetleri de anlatmaktadır. Bu sebeple Kur’ân-ı Kerim hem İlâhî davet kitabı, hem de onun tarihini anlatan bir kitaptır şeklinde bir tespite varmak yanlış olmasa gerektir.
İşte Kur’ân’ın, tarihî olayları, İlâhî mesajı muhataplarına ulaştırmak için araç olarak kullandığı bir gerçektir. Çünkü tarihî olayların asıl kahramanı insandır. İnsan da temel yaratılış özellikleri (fıtrat) itibariyle başlangıçtan bu yana hiç değişmemiştir. Dolayısıyla insanlık tarihindeki bütün sebep ve sonuç ilişkilerinde hâkim unsurlar da değişmemiştir. Bundandır ki, tarih tekerrürden ibarettir gerçeğini kabul etmeyen çıkmamıştır. Yine Kur’ân-ı Kerim bu gerçeğe işaret ederken bilinen realite de söz konusu hakikati teyid ve tasdik etmektedir.
Diğer taraftan Kur’ân-ı Kerim bir tarih kitabı da değildir. Dolayısıyla tarihi tarih için anlatmamıştır. Kur’ân’ın tarihi anlatma keyfiyeti, O’nun asıl hedefi olan dînî gayeyi gerçekleştirecek miktarda ve ölçülerde gerçekleşmiştir. Yani Kur’ân-ı Kerim bize şu maddî âleme ve kendi varlığımıza (nefsimize) dikkatlerimizi çekip Evren’deki varlıkları ve önemli olayları gözlerimizin önüne sererek varlık âlemini yaratan Allah’ın birliğini (Tevhid’i), O’nun yüce Kudreti’ni, eşsiz isim ve sıfatlarını anlamamızı istediği gibi, aynı şekilde peygamberler tarihinden, geçmiş bazı tarihî olaylardan bahsetmesiyle de sadece hidayet ve irşad çerçevesinde ders ve ibret almamızı istemektedir. Bu sebepledir ki, Kur’ân kıssalarında, bir tarihî olayın esaslarını oluşturan kahramanlar, zaman ve mekân gibi ana unsurlara genellikle yer verilmemektedir. Kur’ân-ı Kerim bazen bu tarihî unsurlara yer verip açıkladığında da hedefi, yine mesajı çarpıcı ve etkileyici bir tarzda muhataplara iletmektir.
Yine aynı gayeler doğrultusunda Kur’ân, kıyamete kadarki bütün devirlerde muhatap ve müntesiplerini ilgilendirmeyecek teferruat ve cüziyyata giren kısımlarla asla meşgul olmaz. Mesela Kur’ân, Nuh Tufanı’ndan ona yakın yerde bahsetmektedir. Ancak Nuh Tufanı umumi midir? Yoksa bölgesel midir? Tennur’un mahiyeti nedir? Gemi’de taşınanların kimlikleri, kaç gün gemide kaldıkları, nereye indikleri, suyun istilasının kaç gün devam ettiği belli değildir. Boğulan kimselerin kurtulmak için gösterdikleri gayretler nelerdir? v.b. teferruat anlatılmamıştır. Aslında bu teferruatla ilgili bilgiler insan için meraklı konulardır. Fakat Kur’ân bunlardan hiçbirini açıklamaz. Çünkü Kur’ân kıssalarının anlatım metodu, muhatabın zihnini ve dikkatini dînî gayeden uzaklaştıracak tarihî tafsilattan kaçınmayı gerektirmektedir.
Kur’ân-ı Kerim; geçmiş tarihî olayları anlatma gaye, hedef ve metoduna paralel olarak tarihten kesitlere yer verirken aşırı gitmemiştir. Sadece İlâhî Mesaj’ın muhataplara sunulmasına yeterli ölçüde yer vermiştir. Bu noktaya bizzat Kur’ân-ı Kerim bazı geçmiş tarîhî olayları anlatmasının hemen akabinde açıkça işaret etmektedir.
Kur’ân-ı Kerim’de kıssa üslûbu, birinci derecede mü’minlerin ruhlarına, kalplerine, akıl ve vicdanlarına inanç esaslarını sağlam bir şekilde yerleştirmek için etkili bir araç olarak kullanılmıştır. Bu sebeple bir kıssa veya kıssanın bölümleri münasebet gereği birçok sûrelerde dağıtılarak anlatılmıştır. Münasebet, ilgili husus tekrar ettikçe kıssadan halin gerektirdiği bölüm zikredilmiştir. Bu durum adeta uzun bir filmin çeşitli sahnelerini, hatta sahnelerin değişik pozlarını, farklı bölümlerini ayrı ayrı şekillerde, farklı gaye ve münasebetlerle göstermeye, seyircilerin dikkatlerine sunmaya benzemektedir.
Bu gerçeklerle beraber Kur’ân, temel esprisini gerçekleştirmek için tarihî olayların en çarpıcı ve ibretli olanlarını anlatırken öyle bir üslup takip eder ki, adeta ilgili ayetleri okurken verilen pozlar, sahneler arasındaki boşluğu doldurma görevini hayale, zihne vermekte, teferruata ait birçok sahneleri de doğru olarak izleme ufkunu açmaktadır. Bu yapısıyla Kur’ân kıssaları tarihteki olayların aynısı ve tümü olmamakla birlikte gayrısı da değildir ve vakaya uygundur. Belli kesitler alınmış teferruat terkedilmiştir. “Kasas” denmesi de bundandır. Çünkü “Kıssa” kökünde Kur’ân kıssalarının mahiyetini yansıtan anlamlar mevcuttur.
Bu şu demektir: Kur’ân, tarihî olayları doğru olarak fakat şeklî bir tasarrufla nakletmektedir. Bunun sebebi Kur’ân’ın bütün zamanlara hitap eden bütün insanları ilgilendiren evrensel İlâhî bir mesaj oluşudur. Kıssalar üslûbuyla Kur’ân’da anlatılan tarihî malzemenin şeklî bir tasarrufla muhataplara nakledilmesindeki gerçek; adeta bir kıssa yazarının veya belgesel bir televizyon program yapımcısının gerçek bir olayı, esası zedelemeden okuyucuya veya seyirciye olayın en çarpıcı ve canlı kısımlarını, herkesin ortak olarak ilgi duyacağı bölümleri canlı ve edebî bir üslupla, çarpıcı ifadelerle sunmalarındaki şeklî tasarrufa benzemektedir.
Buraya kadar özetle ifade etmeye çalıştığımız bilgilerden açıkça anlaşıldığı gibi, Kur’ân’ın İlâhî mesaj olma özelliğine paralel miktar ve ölçüde de olsa kıssalar üslubunda tarih de vardır. İnsanlar arasında yaygın olan tarih anlayışından farklı bir tarih anlayışı da şüphesiz sergilenmektedir. Bu tarihe ana hatlarıyla ve özetle insanlığın tarihi de demek mümkündür. İfade edilen ölçüde Kur’ân-ı Kerim’e tarihî bir kaynak olarak bakıldığında şüphesiz O, kaynakların en doğrusu, en muteber olanı ve metni güvenilir bir kitap olarak karşımıza çıkmaktadır. Çünkü Kur’ân’ın kaynağı vahiydir.
Kur’ân-ı Kerîm’in kendine has üslûbuyla tarihi anlatması O’nun bilgi kaynağı olarak tarihe ne derece önem verdiğini göstermektedir. Gerçekten Kur’ân-ı Kerim dikkatle okunduğu zaman bilgi kaynağı olarak etrafımızdaki dış âleme, bu âlemdeki bütün varlıklara, benliğimize, kendi varlığımıza yönelmemizi istemektedir. Fussilet sûresi 53. âyet ile Zâriyat sûresi 20-21. âyetlerde geçen “Ufuklarda, etrafınızda, dış dünyada” ve “Yeryüzünde” kelimeleri içinde mütala edebileceğimiz ve konumuz olan önemli bilgi kaynağı da; gerek rivayet yoluyla, gerek semavî kitaplar vasıtasıyla ve gerekse tarîhî izler, arkeolojik kalıntılar şeklinde kendini gösteren geçmiş tarihî hadiselerdir.
Kur’ân-ı Kerim bilgi kaynağı olarak tarihe, tarihin izlerine önem verirken, bununla da yetinmiyerek uygun siyaklarda zikredilen, özellikle on üç kadar ayet-i kerime ile de aynı bilgi kaynağına yönelmemizi çok açık ifadelerle istemektedir.(13)
Kur’ân kıssalarında görülen önemli bir tema da edebî yöndür. Kur’ân asıl hedefini gerçekleştirmede kıssalar diliyle muhataplarına hitap ederken, beşeriyetin özünde, yaratılışında mevcut sosyal ve psikolojik yönleri de göz önünde tutarak anlatım ve ifadede daha cazip, daha canlı ve tesirli üslup takip ettiğini görmekteyiz. Çünkü insan fıtratı, anlayış ve kavrama yönünden kuru fikirleri dinlemekten ziyade müşahhas fikirlere mütemayildir. İnsanın yaratılışını göz önünde tutan Kur’ân-ı Kerîm en güzel kıssaları adeta gözlerimizin önünde cereyan ediyormuşçasına anlatır. İnsanlık tarihini ana hatlarıyla bir sinema şeridi gibi seyircilerine sunmak suretiyle ibret alınacak ince noktaları dikkatlere arz eder. Böylece Kur’ân, Tevhid’i ve Tevhid istikametinde hayatı tanzim etme yollarını göstermektedir. Kıssalar diliyle fikirler adeta müşahhaslaştırılır, dinleyenlerin kolay anlaması sağlanır. Zihinde daha iyi yerleşir ve unutulması da zor olur. Bu üslûp, insanları davet ve irşadda etkili bir yoldur. Manalar karşısında insanı monotonluktan kurtarır. Çünkü devamlı çıplak hakikatler, soyut manalar aklı yorar, dikkatleri bir yerde dağıtabilir. Fakat kıssalar diliyle yüksek dinî ve ilahî mesajlar tecrübî olaylarla, amelî bir surette, adeta gözlere seyrettirilir, kulaklara işittirilir. Allah Teâlâ’nın insanlara bildirmek istediği yüksek manalar akl-ı selimin idrakine kolayca sunulur.
Kur’ân kıssalarında önemli ve asıl tema da dinî yöndür. Bu nokta özetle, “Kur’ân’ın temelde indiriliş gayesi ne ise, kıssaların da anlatılmasında asıl gaye odur.” şeklinde formüle edilebilir. Bu gerçeğe paralel olarak Kur’ân’ın en önemli konusu “Tevhîd’e (Allah’ın birliğine) iman” ise, kıssalar da aynı Tevhîd gerçeğini tarihî gerçeklik içinde, tecrübî bir şekilde anlatır.
Yine Kur’ân ahiret hayatını, ilahî sevap ve ceza müeyyidesini mücerret ayetleriyle ve diğer üsluplarla izah ediyorsa, kıssalar da aynı gerçekleri canlı ve pratik misallerle destekleyip ispat etmektedir. Mesela, Yâsin Sûresi’nde şehrin uzak yerinden koşarak gelen adam kıssasında, Bakara Sûresi’ndeki harap olmuş, yıkılmış bir kasabaya uğrayan adam kıssasında(15), Kehf Sûresi’ndeki Ashâb-ı Kehf kıssasında ahirete iman konularını muhataba tarihî gerçekliliğe sahip olaylarla anlatıp ispat etmektedir.
Kur’ân, peygamberlik ve vahiy müessesesini Hak Din’in temel inançları olarak ele alıyorsa, kıssalar da anlatılan bütün peygamberlerin hayatlarını şahit göstererek bu konunun insanlık tarihinin değişmeyen bir gerçeği olduğunu, çarpıcı tablolar halinde insanlığın idrakine sunmaktadır.
Kur’ân birçok ayetleriyle Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellemin en son hak peygamber olduğunu, Kur’ân’ın da en son ilahî mesaj olduğunu beyan ediyorsa, Kur’ân’daki şekliyle kıssaların anlatılmasıyla da aynı gerçekler ispat edilmiş olmaktadır. Çünkü Kur’ân’daki birçok kıssanın -ayetler ile de açıkça belirtildiği gibi vahyin dışındaki bir kaynaktan öğrenilmesi imkansızdır.
Bu temel noktaların dışında kıssaların daha birçok anlatılış gayesi vardır. Bu gayelere bariz misaller olarak şunları sayabiliriz:
1. Zor şartlarda başta Rasûlullah (sav) olmak üzere her devirdeki müminlere teselli verip gönüllerini pekiştirmek.
2. İman esaslarını kalplere iyice yerleştirip sağlamlaştırmak.
3. İnsanlık tarihi boyunca gönderilen peygamberlerin davalarının birliğini, kısacası İslâm’ın evrenselliğini ortaya koymak.
4. Dünya ve ahirette başarı ve huzurun anahtarı olan tevekkül ve dua ile beraber Allah yolunda sabırla, bıkmadan usanmadan çalışmak, gayreti sonuna kadar devam ettirme zarureti gibi kanunlardır.
Kur’ân bunları ve daha birçok hayatî gerçekleri, prensipleri, yüksek dinî değerleri peygamberlerin ve kıssalarda anlatılan örnek kişilerin şahsında etkileyici bir üslupla anlatmaktadır.
Kur’ân’da şerdeki modeller olarak anlatılan Ad ve Semûd kavimleri, Eykeliler (Hz. Şuayb’ın kavmi), İsrailoğulları, Firavun ve Karun gibi kıssalarla da tarihte bizzat yaşamış millet ve fertlerin durumlarından, akıbetlerinden insanları sakındırıp uyarmaktadır. Daha birçok imanî ve ahlâkî değeri saymak mümkündür.
Sonuç olarak diyebiliriz ki Kur’ânî kıssaların anlatım, üslûb ve metodu incelendiğinde üç temel mu’cizeli temayı görmekteyiz.
Birincisi, Din’dir. Dinî mesajın verilmesidir.
İkincisi, parlak bir edebî üslûb ve belağatın hâkim olmasıdır.
Üçüncüsü, Kur’ân’ın temel gayesi ve çerçevesi ölçüsünde anlatılan tarihtir.
Edebî üslûb ve tarih, dinî gayeyi gerçekleştirmede bir araç olarak kullanılmıştır.
Kaynakça: Sorularla İslamiyet
Ayrıca aklına takılan sorular veya merak ettiklerin için Sözler Köşkü YouTube kanalımıza göz atabilirsin.
Bazı Merak Edilen Sorular:
MEAL OKUYARAK HATİM OLUR MU?
KUR’AN’I KERİMİ MEALİNDEN OKUMAK GÜNAH MI?
KUR’AN-I KERİM’İN TAHRİFTEN UZAK KALMASINI İZAH EDER MİSİNİZ?
HATİM DUASI NASIL YAPILIR?
YATAKTA KUR’AN OKUNUR MU?
Yorumlar (0)