Değerli kardeşim,

Gafletin en büyük kaynağı tefekkürsüzlük, vurdumduymazlık, dünyevi lezzetlere dalmak ve nefsanî arzuların peşine takılmak gibi negatif faktörlerdir.

Gafletten kurtulmak için, din imtihanını sürekli düşünmek, hesap gününü unutmamak, imanı güçlendirmek, amel yaparak Allah’tan yardım istemek gerekir.

“Amellerin en hayırlısı, az da olsa devamlı olanıdır.” (bk. Buhari, İman 16-29)

manasındaki hadis bu sürekliliğin önemine işaret edilmektedir.

“Dünyanın lezzetlerini acılaştıran ölümü sıkça hatırlayın.” (Tirmizî, Zühd 4);

“İmanınızı tecdidi edip tazeleyin.” (Müsned, II/359)

gibi hadislerde de gafletin izalesine yönelik yapılan tavsiyelerdir.

Zamanın değişmesi, asrın başkalaşması ölüm ve kabir hakikatini değiştirmiyor; insanın mahiyetindeki sonsuz acizlik ve fakirlik damarlarını tedavi etmiyor, tam aksine bu asır bu hakikatleri biraz daha açık bir hâle getirmiştir.

İnsan şu dünya hayatında başı boş ve gayesiz değildir; buna şahit bütün kainattaki mevcudatın mükemmel bir intizam ve ahenk içinde bir gaye etrafında hareket etmesidir. Bir çöpün dahi gaye ve intizam içinde olup da kainatın halifesi konumunda olan insanın gayesiz ve başıboş olması nasıl mümkün olabilir. Hatta bütün kainat intizam ve ahengini insana odakladığı için, insan şayet vazifesi olan iman ve ibadeti terk ederse kainat bundan şikayetçi olup kızacaklar. Bu sebeple deprem ve sel gibi musibetler başımıza geliyor. İnsanın gafleti kainatın intizamını rencide ediyor ve musibetlerin gelmesine fetva verdiriyor.

İnsanı hayvandan ayıran çok önemli bir özellik onu aklıdır.  Eğer insan bu dünyaya sadece yemek içmek ve zevk almak için gelmiş olsaydı, ona akıl verilmezdi. Zira, akıl geçmişte olan üzücü olayları insana hatırlatmakla ve gelecek için bir şeyler yapması gerektiğini ihtar etmekle onun hazır lezzetini bozuyor, acılaştırıyor. Bundan anlaşılıyor ki, insan geçmişi düşünmek, özellikle de anne rahminde geçirdiği safhaları, bebekliğini, çocukluğunu düşünmek suretiyle Allah’ın ona ettiği ihsanları hatırlamak, daha sonra ihtiyarlığı, ölümü, kabri, ahireti düşünmek suretiyle ebedi saadeti için bir şeyler yapmak zorundadır. Onun aklı bunu emretmektedir; vicdanı bunu emretmektedir; ona o aklı ve vicdanı veren Rabbi de bunu emretmektedir.

Huşu ve huzur ise; Allah’ın huzurunda olduğunu idrak edip, ona göre hareket etmek anlamındadır. Allah’ın huzurunda olduğunu sürekli akılda ve zinde tutmanın tek yolu, her şeyde ona açılan marifet pencerelerini görebilmek ile mümkündür. Yani bir çiçeğe, bir böceğe, bir yıldıza baktığımız zaman, Allah’ın isim ve sıfatlarını o şeylerde görebiliyor isek, o zaman her şey bize O’nu hatırlatır ve O’nu gösterir; ne yana kafamızı çevirsek onu görürüz.

İşte bu manaya “huzuru İlahide meleke kazanma” denir. Yani sürekli onun huzurunda olduğumuzu akılda ve zinde tutmak anlamına gelir. Böyle bir huzur ve meleke de ancak sağlam ve tahkiki bir iman ve bütün ibadetleri hakkıyla yerine getirmekle  kazanılır.

Huşu ve huzuru bozan önemli bir neden; günahlar ve gaflettir. Bu zamanda sağlam bir huzur, ancak takva ile mümkündür. İnsan ne kadar tefekkür ehli de olsa, takva yok ise huzuru bozar. Tefekkür ve takva, huzur ve huşunun temeli gibidir. Bu iki temelden birisi eksik olursa, huzur ve huşu kaybolur.

Diğer taraftan, istiğfar ve tövbe de; tıkanan feyiz kanalarını açan bir kılavuz gibidir. Ne kadar çok kullanırsak, feyiz kanalları o kadar berrak ve temiz olur.

Ayrıca, bizi gaflete götürecek çevre ve arkadaşlardan uzak durup, Allah’ı ve ahireti hatırlatacak çevre ve arkadaşlar ile münasebet içinde olmamız gerekir. Sürekli Allah’tan bahseden ortamlar ve arkadaşlar içinde bulunmak, sürekli talim ve terbiye içinde olmamızı temin edecektir.

Kaynak: Sorularla İslamiyet

Ayrıca aklına takılan sorular veya merak ettiklerin için Sözler Köşkü YouTube kanalımıza göz atabilirsin 🙂