Değerli kardeşimiz,

“Kim bir mümini kasden öldürürse onun cezası, içinde ebedî kalmak üzere gireceği cehennemdir. Allah ona gazab etmiş, onu lânetlemiş ve onun için büyük bir azap hazırlamıştır.” (Nisa, 4/93)

Mümin veya kâfir kim bir mümini kasten, bile bile, imanından dolayı hayatına kasdederek öldürürse, onun cezası cehennemdir. Orada pek uzun müddet ve belki sonsuza kadar cezalandırılır. Çünkü Allah ona gazab etmiş, onu lanetlemiş, merhamete layık görmeyip onun için büyük bir azab hazırlamıştır.

Sahabeler arasındaki savaşın sebebi, hakkı ve doğruyu bulmaktır. İki taraf da hak için savaşmışlardır. Nitekim hadis-i şerifte şöyle buyurulmuştur:

“Allah’ın indinde şu iki adamın durumu çok hayret vericidir. Bunlardan birisi diğerini öldürür, fakat ikisi de cennete girerler.” (Sünen-i Nesei; s. 411)

Bir içtihat meselesinde bir mümin başka bir mümini öldürür, fakat ikisi de ehl-i hak olduğundan ikiside ehl-i cennettir. Mesela Hz. Ali ve Hz. Muaviye zamanında dahili savaş olmuş ve bir Müslüman diğer bir Müslümanı öldürmüştür. Bunun neticesinde ikisi de hem din için, hem içtihat neticesi olduğu için ehl-i cennettir.

Müslümanların, sahabeler arasında meydana gelen ayrılıklara nasıl bakması gerekir?

“İsmet” yani, “ilâhî bir koruma ile günahlardan korunma”sıfatı, ancak peygamberlere mahsustur. Hatasız, kusursuz olmak ancak onlara hâstır. Sahabeler, bu sıfatla nitelenmediklerinden onların yüzde yüz hatadan âzâde oldukları söylenemez. Ancak şu var ki, herhangi bir Müslüman hata işlemekle İslâm dairesinden çıkmadığı gibi, bir sahabe de hata işlemekle sahabelik şerefinden çıkmaz.

Dört hak mezhebin bütün müçtehitleri, sahabe-i kirâm arasında geçen ayrılıkları şöyle değerlendirmişlerdir:

Sahabe-i kirâmın her biri kendi başına birer müçtehittir. Kur’an ve hadiste açıkça beyan edilmeyen konularda içtihat yapma, en evvel onların hakkıdır. Fıkıh biliminin yönteminde kesinleşmiş bir kuraldır ki, bir kimsede içtihat rütbesi varsa, o kimse, başkasının içtihadına uymaya mecbur değildir. Ashap arasında çıkan muhalefetler, münakaşa ve muharebeler içtihat farklılığından doğmuştur. Hâşâ, nefsanî arzuların, isteklerin bu ayrılıklarda payı yoktur. Çünkü, onlar sohbet-i Nebevi ile kin, adavet, düşmanlık gibi kötü sıfatlardan arınmışlardır. Nefisleri böyle süfli şeylerden temizlenip pâk olmuş, ulviyet kazanmıştır.

Evet, sahabe-i kirâmın her biri İslâm dininin tesisinde birer müçtehittir. Bilindiği gibi, içtihat eden bir kimse, yaptığı içtihatta isabet ederse iki sevap kazanır; isabet edemediği takdirde içtihat etmesine mükâfat olarak bir sevap alır. Canlarıyla, başlarıyla, her şeyleriyle İslâm’a mâl olan, O’nun yüceltilip yayılmasından başka bir gayeleri olmayan o seçkin insanların içtihatları da yine İslâm’ın yüceltilip yükseltilmesi içindir. Bu aşk, bu azim onlarda o derece ileri gitmişti ki, Uhud Muharebesi’nde Peygamber Efendimiz (asm)’e zıt görüş bildirmekten çekinmemişlerdi. “Biz, İslâmîyet’in başarısını şunda görüyoruz…” diye görüşlerini açıkça ortaya koymuşlardı. Sahabenin çoğu Resulüllah Efendimiz (asm)’e zıt içtihatta bulunduklarından, Peygamberimiz (asm) onların içtihadına uymaya mecbur oldular.

Daha sonra gerçekleşen olaylar Peygamberimiz (asm)’i haklı çıkardı. O zaman Kur’ân-ı Azimüşşân’ın nâzil olması devam ettiği halde, Cenâb-ı Hak ashâbı uyarıcı bir ayet bile indirmedi. Herhangi bir ayetle herhangi bir ikazda bulunmadı; bilâkis Peygamberimize eskisi gibi onlara fikir danışmaya devam etmelerini emretti. Resulüllah Efendimiz (asm) de onları ayıplamadı, yine bağrına bastı, şefkatle kucakladı, bu emir gereğince onlarla fikir alışverişine devam etti. Sadece bu hâl dahi, sahabe-i kirâmın, Allah ve Resulü indindeki beğenilirliklerini ve dinde içtihat sahibi olduklarını en açık bir şekilde göstermeye yeterlidir.

Şimdi, insafla düşünelim. İçtihatta Peygamber (asm)’le farklı düşündükleri halde, ne Allah, ne de Resulüllah tarafından uyarılmayan sahabeleri, aralarında çıkan ayrılıklardan dolayı biz mi yargılayacağız? Zerre kadar vicdan ve basiret ve anlayışı olan bir kimsenin bu cinayete tevessül etmemesi icap eder.

Haddimizi tecâvüz ederek İslâm’ın temeline kanlarını akıtan o seçkin cemaati yargılamaya kalkar ve birini haklı çıkarıp, diğerini tenkit edersek, o hidayet yıldızlarına hiçbir leke süremez, ancak kendi elimizle kendi felâketimizi hazırlamış oluruz.

Kaldı ki, o yargıladığımız kimseler, ashâbın ileri gelenleridir. Bir kısmı cennetle müjdelenmiştir. Bizim dedikodusunu ettiğimiz o kişileri Kur’an ve Peygamber Efendimiz (asm) medhüsenâda bulunmuştur.

Bu hususu hiç unutmamalı, ashap arasında çıkan ayrılıklarda mümkün olduğu kadar temkinde bulunmalı, haddimizi bilmemekten büyük ölçüde sakınmalıyız. Şayet, sahabelerin ayrılığı Hak katında meşrû ve mâkul olmasaydı, elbette bunun için onları engelleyecek bir emir indirilirdi. Nitekim sahabe-i kirâm, Peygamber Efendimizin (asm) yanında yüksek sesle konuştuklarında şu uyarı ayeti indirilmiştir:

“Ey iman edenler! Seslerinizi Resulüllah’ın sesinden yüksek çıkarmayın, O’nun yanında, birbirinizle yüksek sesle konuştuğunuz gibi konuşmayın. Siz farkına varmadan amelleriniz boşa gider.” (Hucürat, 49/2)

Müminlerin sûizandan sakınmaları şöyle emredilmektedir:

“Sizden biriniz ölü kardeşinin etini yemek ister mi?” (Hucürât, 49/12)

Cenâb-ı Hak bu ayet-i kerimede bir mümini gıybet etmenin ölü eti yemek kadar çirkin ve mümine yakışmayan bir davranış olduğunu bize haber veriyor. Ya gıybet edilen bu mümin, sahabelerden, hem de onların en ileri gelenlerinden biriyse, artık meselenin tehlikesini siz takdir ediniz.

Resulüllah Efendimiz (asm) de bir hadis-i şeriflerinde: 

“Ateş odunu nasıl yer bitirirse, gıybet dahi sâlih amelleri öyle yer bitirir.”(Ebu Davud, h. no: 4903)

buyurmakla bizleri bu noktada şiddetle ikaz etmektedir.

Hem kendi ahiret hayatımızın selâmeti, hem de İslâm’ın geleceği adına, bu hakikatlere kulak vermemiz lâzım ve elzemdir. Bir mümin diğer bir mümine sûizan etmekten men edildiği halde, İslâm’ın temeli, Hz. Peygamber (asm)’in çalışma ve silâh arkadaşları ve şu andaki bütün Müslümanların hidayetlerinin vesilesi olan sahabe hakkında, hele onların en ileri gelenleri hakkında sûizan etmenin ne kadar sorumluluk gerektirdiği açıkça anlaşılabilir.

Akıllı ve idrakli insanlar için en selâmetli yol, bu meselede ileri geri konuşmaktan kaçınmaktır. Biraz düşünmekle hemen anlaşılacaktır ki, insanlar bu âleme sahabeler arasındaki problemleri tahlil etmek, bu konuda bir tarafa haklı, diğerine haksız hükmünü vermek için gönderilmemişlerdir. Ve bu hususta bir kanaate sahip olmak, insanın yaratılış gayesi olamaz. İnsan bunun için değil, Allah’a hakkıyla kul olmak için yaratılmıştır. Yâni, dinimiz bizi sahabe ayrılıklarının tahliline değil, kulluğun gereklerini yerine getirmeye dâvet ediyor.

Ashâb-ı kirâm efendilerimiz, halifesinden neferine kadar aynı rızık ile hayat buldu ve aynı heyecanı paylaştılar. İslâm’ın gelişmesinde, yayılmasında, yücelip gelişmesinde gece gündüz demeyip, gizli ve âşikâre, durmadan çalıştılar. Canlarıyla, kanlarıyla cihat ettiler ve fedakârlıkta erişilmezlere eriştiler. Kur’an aşkı, Peygamber aşkı için aşiretlerine karşı koydular, ailelerini, çocuklarını, mal ve mülklerini feda ettiler. Peygamberimiz (asm)’in nefsini, kendi nefislerine, çoluk çocuklarına, anne ve babalarına tercih ettiler.İslâm binasının temeline kanlarını akıttılar. O günden bugüne, tâ kıyâmete kadar bütün Müslümanların dünyevî ve uhrevî saâdetlerine vesile oldular. Onların hepsine karşı derin bir minnettarlık beslemek, onlara dua ve onları medhüsenâ etmek hepimiz için bir insaf ve vicdan borcudur.

Kaynak: Sorularla İslamiyet

Ayrıca aklına takılan sorular veya merak ettiklerin için Sözler Köşkü YouTube kanalımıza göz atabilirsin 🙂