Değerli kardeşimiz,
“Deprem hattında oturanlar daha günahkardır veya kafirdir, içlerinde Müslüman yoktur!” diye bir genelleme yapamayız.
Cenab-ı Hak hikmetine binaen çeşitli şekillerde kâfirlere de Müslümanlara da ikazlarını ve ihtarlarını yapar. Meğer ki insanlar bunlardan ders çıkarmasını bilsinler.
Deprem veya zelzele en basit ifadesiyle sismik ve jeolojik toprak katmanlarının hareketleridir. Zelzelenin vuku bulacağı yerin, zamanın ve şiddetinin evvelden tahmin edilmesi insanoğlu için şu an mümkün değildir. İlerleyen teknik imkanlarla, geçmiş zelzelelerin zamanı, frekansı ve şiddeti de hesaba katılarak yeryüzünde bazı fay hatları tespit edilmiş ve bu bölgelere ihtiva ettikleri risk açısından deprem bölgeleri denmiştir.
Ancak bu hiç fay tespit edilmemiş bir bölgede deprem olmayacak demek de değildir, zaten buna çok sık şahit de oluyoruz.
Bize düşen, bilimin ulaştığı noktadan hareketle, imara açık olan ve riskli bölge görünmeyen yerlerde, uzmanların ve idarecilerin yani ülü’l-emrin talimatları doğrultusunda şehirlerimizi ve binalarımızı usulüne uygun olarak inşa etmektir.
Bunu yaptıktan, yani tedbirimizi aldıktan sonra takdiri Allah’a bırakmak, Ona dua edip Ona tevekkül etmektir. Tedbirimizi almayıp, yani Allah’ın kevni kanunlarını hiçe sayıp fay hattı üzerine bina yaparsak, Allah onu muhtemelen başımıza geçirecektir.
Öte taraftan şunu unutmayalım ki, Allah bir kavme günahlarından ötürü gazap etmek veya ders vermek isterse depreme -haşa- ihtiyacı yok; yangın, sel, tufan, kasırga, hortum, dolu, kar, çığ, çekirge vb. ve günümüzde de görüldüğü gibi bir virüs ile dahi ne isterse yapar. “Benim kalem yıkılmaz!” diyen Firavunların, Nemrutların kalesini, batıl ve haram sistemlerini yerin dibine geçirir, hem de mikroskobik bir askeriyle.
Yani zahirde bütün sebepler perdedir. Bize düşen “Bu belayı Allah bize neden gönderdi, biz ne ettik te buna müstahak olduk?” diye tefekkür etmektir.
Mesela bundan yaklaşık 900 sene evvel İslam alemine doğudan Moğol kafirini, batıdan haçlı kafirini musallat etmiş, Kudüs’ü ellerinden almış, 1-2 asır kafirlere bırakmış. Ta ki Müslümanlar düşünsün bu niye başımıza geldi diye.
Bugün baktığımızda görüyoruz ki o devirler İslam alemi dev bir coğrafyaya yayılmış, İslam devleti batıdan İspanya’yı da içine alacak kadar büyük topraklarda hüküm sürmeye başlamış. Ama mezhepçilik, ırkçılık, iktidar oyunları, dünyalık hırslar sebebi ile parça parça olmuş ve Allah’ın “Birleşiniz, tefrikalara ayrılmayınız, Allah’ın ipine sıkı sıkı tutununuz!” emrine karşı gelmişler ve gene Kuran’ın dediği gibi “Ayrılmaları yetmezmiş gibi herkes kendi meşrep ve yolundan gayet memnun!” durumu zuhur etmiş.
Bunlarda Allah’ın rızası olmadığı için de hikmetine binaen bildiğimiz tarzda bir afet değil, başka kullarını musallat edip adeta “Benim emrim ve dinim bu değil, kendinize gelin!” ilahi ikazını yapmıştır.
Ta ki Allah rızasını gözeten, İslam alemini tek yumruk haline getirmeye gayret eden topu topu 400 çadırlık bir obaya, hak yolunda olmaları sebebiyle cihan hakimiyetini verdiği gibi…
İşte Müslümanlara düşen Kuran’ı elden bırakmamak ve ola ki başına bir musibet geldiyse, kusuru kendinde aramak ve “Acaba ben Allah’ın gazabını celb edecek ne hata işledim?” diye kitaba müracaat etmek.
Elbette gayrimüslimlerin de bu olup bitenlerden ders alıp, “Nereden geldim, niye geldim, nereye gidiyorum?” gibi soruların tamamının tatmin edici cevaplarının sadece İslam’da olduğunu anlamaları, imana gelmeleri murad edilir ve onlara tövbe edip hallerini ıslah etmeleri için müddet verilir.
Dolayısıyla her türlü musibetin isabetinde Müslüman olsun, gayrimüslim olsun, kulun bunu hak ettiğini ve bu musibetin vuku bulmasında Allah’ın izninin olduğunu bilmemiz lazım.
Bu sebeplerden dolayı da Kuran ferman etmiş:
“Hem öyle bir fitneden sakının ki içinizden sadece zulmedenlere isabet etmez. Ve bilin ki Allah’ın azabı pek şiddetlidir!” (Enfal 25)
Kaynak: Sorularla İslamiyet
Ayrıca aklına takılan sorular veya merak ettiklerin için Sözler Köşkü YouTube kanalımıza göz atabilirsin 🙂
Yorumlar (0)