İslam’ın ve imanın şartları bellidir. Buna göre ismi ne olursa olsun, şartları uygun olan herkes Müslümandır. Bir isim adı altında bir fırkayı veya bir mezhebi küfürle itham etmek doğru değildir.

* * *
Hak bir mezhep olmayan ve Ehl-i sünnet içinde kabul edilmeyen Şia’nın doğuşu ve fikirleri ile ilgili bazı bilgiler şöyledir:

En büyük hidayet meşalesi olan Kur’ân-ı Azimüşşân’ın nâzil olmasıyla bütün insanlık âleminde yepyeni bir devir başlamıştı. İnsanlar kalp ve ruhlarının tabiî ihtiyacı olan “Hak Din”e kavuşma sevinci içinde idiler. Şirkten tevhide, zulmetten nura, hurafelerden hakikate, cehaletten bilgiye kavuşmuşlardı. Kur’an’ın hayattar prensipleri onları her an maddi ve mânevi yüceliğe doğru götürüyordu. Dünün bedevî insanları, artık âleme medeniyet dersi verecek hâle gelmişlerdi. Müslümanlar göz kamaştıracak bir gayret ve himmetle, bütün insanlık âlemine iman ve irfan nurlarını neşrediyorlardı. Yapılan bütün zulüm ve işkencelere, hile ve ihanetlere, oynanan bütün oyunlara rağmen, bu hidayet nurunun altına giren insanlar, günden güne artıyor ve kuvvetleniyorlardı. Artık hak din büyük bir ışıkla parlıyor, terakki ve teâli ediyordu. İslâmîyet gönüllerde taht kura kura yayılıyor; imanın küfre, Hakk’ın batıla, tevhidin şirke ve adaletin zulme galip geleceğinin işaretleri ufukta görünüyordu.

Nitekim, öyle de oldu. Resul-i Ekrem Efendimizin (asm) döneminde İslâmîyet Mekke, Medine, Hicaz ve civar bölgelerde mutlak hakimiyetini kurdu. Artık cehalet ve zulmet devri, yerini saadet ve nûr devrine bırakmıştı.

Hz. Ebû Bekir (ra) ve Ömer (ra) devirlerinde kısa zaman içerisinde yapılan eşsiz fetihlerle Suriye, Mısır, Irak ve İran’ın fethine başarılı olundu. Bu harikulâde gelişme, İslâm düşmanlarının, bilhassa Yahudilerin(1) haset ve kinlerini kabarttı.

Yahudiler tarih boyunca nifak ve ayrılık çıkarmada ve hak ehlini bölüp parçalamada maharetli olan dessas bir millettir. İlâhi iradeye her devirde karşı çıkmış, kendi peygamberlerini bile öldürmekten çekinmemişlerdir. Bunlar her çeşit ihtilâli tezgâhlayan ve bütün ifsat komitelerini sevk ve idare eden, beşerin huzur, ahlâk ve itikadını bozmayı baş gaye edinen muzır bir millettir. Münâfıklık ve riyakârlıkta hiçbir kavim bunlara ulaşamamıştır. Bunlara, “insanlık âleminin nefs-i emmâresi” denilse yeridir. Kur’an’ın, “Duribet aleyhümü’z-zilletü ve’l meskenet” ifadesiyle, Yahudiler, kıyâmete kadar üzerlerinden silip atamayacakları bir zillet ve meskenet damgasını yemişlerdir.

Yahudiler, İslâmîyet’in kısa zamanda gösterdiği büyük gelişme karşısında dehşete kapılıyor ve beyinleri çatlayacak gibi oluyordu. Üstelik birçok Yahudi cemaatlerinin İslâm’a girişi de onları büsbütün çıldırtıyordu. İslâmîyet’in bu hızlı ve parlak yayılışı mutlaka durdurulmalıydı. Bu gidişle İslâmîyet’ bütün dünyaya yayılacak ve Yahudilik yeryüzünden silinip gidecekti. Birkaç bin senelik Yahudi varlığı artık son bulmuş olacaktı. Yahudiler vaktiyle, yani İslâmîyet’ten altı buçuk asır önce de Hristiyanlığın zuhuru ile böyle bir “yok oluş tehlikesi” geçirmişlerdi. Önce, Hristiyanlığı ortadan kaldırmak için büyük gayret göstermişler, daha sonra bu yeni dinin mensuplarını kuvvetle mağlup edemeyeceklerini anlayınca hile ve desise yoluna başvurmuşlardı. Şöyle ki:

Hristiyanlığın esas temellerini yıkarak onun yerine kendi uydurma hurâfelerini ikame etmek üzere alim ve feylesof bir Yahudi olan Saul‘u sahneye çıkardılar. Bu zeki Yahudi beyi, güya Hristiyanlığı kabul ederek Pavlos ismini aldı ve kiliseye çekilerek uzun müddet inziva hayatı yaşadı. Hristiyan dininin icaplarını harfiyen yerine getiriyor ve gitgide halkın itimadını kazanıyordu. Sonunda Hristiyanların sevgi ve hoş görüsüne o derece sahip oldu ki, kendisine bir havari gibi hürmet etmeye başladılar. Pavlos, bu sevgiyi, Hristiyanlığı bozmakta çok dessas bir şekilde kullanmasını bildi. Hz. İsa (as) ile görüştüğüne ve O’ndan talimat aldığına halkı inandırmayı başardı. Kesif ve plânlı gayretleri sonunda, Hristiyanların hem itikat, hem de ibadetlerini hakikatten saptırmaya ve birtakım bâtıl mezhep ve fırkaları ortaya çıkarmaya muvaffak oldu. (2)

Artık “tevhit”in yerini “teslis” almış, yani Hristiyanlar bir tek Mabud’a bedel, Hz. İsa (as) ve Hz. Meryem’e de ilâhlık isnat etmeye başlamışlardı.

Fakat, Yahudilerin İslâmîyet’in hızla yayılışı karşısında maruz kaldıkları tehlike, eskisinden çok daha büyüktü. Yahudilerin bu yeni dine karşı koymaları imkânsızdı. Çünkü, İslâmîyet’in gelişme kabiliyeti fevkalâde idi. Zira, İslâm dini akla, mantığa muvafık olduğundan kalplere tesir ediyor; sadece Yemen Yahudilerinin değil, bütün İsrailoğullarının, doğup yükselmekte olan bu İslâm güneşi karşısında eriyecekleri muhakkak görünüyordu. Öyle ise, ne pahasına olursa olsun buna mani olunmalıydı.

Vaktiyle, Hristiyanlara karşı tezgâhlanan oyunun, şimdi Müslümanlara karşı oynanması lâzımdı. Uzun müzakerelerde bulundular ve sonunda Medine’de İbn-i Sebe‘yi sahneye çıkardılar(3).

İbn-i Sebe, tahribat programını başlıca iki esas üzerine kurdu. İlk olarak, Müslümanlar arasında ayrılık çıkarmakla, İslâm’ın gelişmesine engel olacak; ikinci safhada İslâmî inanç ve itikada hurâfeler katarak, onlar arasına, kıyâmete kadar sürecek bir fikir ayrılığı sokacaktı. Bu iki hedefin gerçekleşmesi için komiteler kuracak ve onlar aracılığı ile Müslümanlar arasındaki birlik ruhunu, muhabbet, uhuvvet gibi mânevi bağları zayıflatarak ortadan kaldırmak üzere yoğun faaliyet gösterecekti. Her bir ifsat merhalesinin arkasından hemen durum değerlendirmesi yapılacak, plânlanan hedeflerle alınan neticeler kontrol edilecek, değişen ve gelişen şartlar altında yeni hedeflerin gerçekleşmesi için yeni plânlar yapılacak ve uygulama sahasına sokulacaktı.

İbn-i Sebe ve arkadaşları halkı etkileyebilmek için samimî bir Müslüman, erdemli bir mümin kılığına girme kararı aldılar. Bu safta da, İbn-i Sebe, rolünü emsâlsiz bir biçimde oynamayı başardı. Sabah namazlarında herkesten önce mescide gidiyor, yatsıda herkesten sonra mescidi terk ediyordu. Çokça namaz kılıyor, ekseri günler oruç tutuyor ve daima zikirle meşgul oluyordu. Gittiği her yerde çekici ve câzip konuşmalar yapıyor ve kendisini İslâm’ın en hâlis ve sâdık bir fedaisi gibi gösteriyordu. Sahabelerle, bilhassa Hz. Ali (ra) ile bol bol sohbet ediyor, onlara itimat telkin ediyordu. Bir taraftan fazilet ve takvâsını halka gösterirken, diğer taraftan da etrafıyla uyum sağlayamayan dışlanmış kimseleri buluyor ve onlarla gizliden gizliye diyalog kuruyordu. Bu tiplerin bir kısmını makam ve mevki hırsından, bir kısmını kişisel garazdan, bir diğer kısmı da soy-sop üstünlüğü damarından yakalayıp kendine bağlıyor ve onları birer problem-insan haline getiriyordu.

Daha sonra, faaliyetlerini Medine dışına taşırmaya ve daha önce buralara göndermiş olduğu adamlarıyla temaslar kurup halkı hilâfet aleyhinde kışkırtmaya karar verdi. O günkü sosyal bünye de, maalesef, bu yıkıcı fikirlerin yayılmasına oldukça uygun idi. Devlet aleyhinde istismar edilebilecek hususlar vardı. Bunlardan birisi Haşimîlik-Emevîlik rekabeti idi. Devlet adamlarının çoğunluğunun Emevîlerden olması, Haşimîler için bir huzursuzluk kaynağı, dolayısıyla da önemli bir tahrik unsuruydu. İstismar edilebilecek bir diğer husus da; devlet işlerinde Ensâr‘dan çok, Muhîcirlerin vazife almış olmasıydı.

İbn-i Sebe, bu ve benzeri bütün fırsatları değerlendirmek üzere seyahata çıktı. Önce Basra‘ya gitti. Burada daha önce yerleştirdiği komitacıları vasıtasıyla devletten memnun olmayan kişilerle temaslar kurdu. Yaptığı faaliyetler, Vali Abdullah bin Amr’ın dikkatini çekince Kûfe‘ye geçti. Burada da bir kısım halkın idare aleyhinde olması, İbn-i Sebe’nin işini daha da kolaylaştırdı ve kısa zamanda komitacılarını gerekli biçimde organize ederek Şam yolunu tuttu. Şam’da aradığını bulamadı. Zira, devlet işleri yolundaydı ve istismar edebileceği fazla bir mevzu yoktu. Buradan Mısır‘a gitti. Aradığı şartları maalesef burada fazlasıyla buldu. Çünkü, farklı sebeplerle devlet idarecileri aleyhinde bulunan çeşitli gruplar, burada toplanmışlardı. İbn-i Sebe dağınık halde bulunan bu grupları büyük gayretler sonunda bir çatı altında toplayarak, onları Hz. Osman (ra)’ya karşı harekete hazır hale getirdi.

Bu merhaleden sonra, Hz. Osman (ra) aleyhinde tanzim ettiği bir dizi iftira listesini diğer İslâm vilâyetlerindeki adamlarına göndererek Halife’ye karşı bir kıyam hareketi başlatmak üzere yeni ve yoğun bir faaliyetin içine girdi ve adamlarına şu talimatı verdi: “İşe, bütün devlet erkânını kötülemekle başlayın. Kendinizi de “iyiliği emredip kötülüğü de nehyetmekle” meşgul gösterin. Halkın hürmet ve muhabbetini kazanın.”

Kendisi de çeşitli vilâyetlere ve bilhassa Basra ve Kûfe’ye sürekli olarak mektuplar gönderiyordu. Bu mektuplarda idari ve siyasi meseleler, yalan ve iftiralarla abartılıyor, Hz. Osman (ra) ve valilerinin halka zulüm ve gadrettiği ve bütün vilâyetlerin müthiş bir kargaşa içinde bulunduğu imajı veriliyordu. Maksat, Medine dışındaki diğer bölgelerin İslâmî çizgiden gittikçe uzaklaştığı, anarşinin bütün İslâm beldelerinde yaygınlık kazandığı kanaatini halka telkin etmek, halifenin bu meselelere karşı lâkayt ve aciz kaldığını zihinlere yerleştirmekti.

Fitne ve fesat haberleri Medine’ye ulaşınca Hz. Osman (ra), Hz. Ali (ra)’nin de yardımıyla, durumun tetkiki için çeşitli vilayetlere güvenilir ve itibarlı heyetler gönderdi. Bu heyetler, durumun propaganda edildiği gibi olmadığını, aksine bütün ülkede huzur ve sükûnun hâkim olduğunu görerek raporlarında belirttiler. Hz. Osman (ra), heyetlerin bu raporları ile de iktifa etmedi ve bütün valileri istişare için Medine’ye çağırdı. Onlarla fikir alış verişinde bulundu. Gerçekten ortada önemli bir problem yoktu. Yine de tedbir olarak valileri, halka iyi muamele etmeleri yolunda uyardı. Ancak fitne durmuyordu. Çünkü düşman gizli ve sinsi idi ve çok plânlı çalışıyordu. Ortada, üzerine yürünülebilecek açık bir cephe mevcut değildi. Halk, her gün biraz daha fitnenin içine itiliyordu.

İbn-i Sebe, bu çalkantılar sırasında, Şiîliğin ilk çekirdeği olan Sebeiyye mezhebini kurdu(4). Böylece, tasarladığı hainâne plânını gerçekleştirmede büyük bir adım atmış oluyordu. Bu mezhep, istikbâlde İslâm’ı parçalayacak fırkaların temelini teşkil edecekti.

İbn-i Sebe, Mısır’da kurmuş olduğu bu mezhebine yeterince taraftar buldu ve onları Hz. Osman (ra) aleyhine tam mânâsıyla şartlandırdı. Şimdi sıra yeni bir halife adayı tespit ederek Hz. Osman’ı (ra) katletmeye gelmişti. Bu noktada şöyle bir plânla işe başladı: “Hz. Osman kusurlu ve hatalı bir insandı. O’nun yerine gelecek kimse de hatalı bir insan olursa problemlere çözüm getirilemez; zulmün, haksızlığın önü alınamazdı. O halde en mühim mesele, O’nun yerine gelecek kişinin hatadan sâlim, masum bir insan olmasıydı. Bu masum insan ise, çocukluğundan beri Hz. Peygamber (asm)’in murakabesi altında yetişen, O’nun terbiyesiyle olgunlaşan ve O’nun ilmine ve kemâline vâris olan Hz. Ali (ra)’den başkası olamazdı. Her peygamberin bir veziri olduğu gibi, Hz. Ali de Hz. Peygamber (asm)’in veziriydi. Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman, O’nun bu veraset hakkını gasbetmişlerdi…”

İbn-i Sebe bu davasını kuvvetlendirmek için, Hz. Ali’yi (ra), eski masal kahramanları gibi gösteriyor, birtakım hurâfe ve hikâyelerle O’nun, insanüstü bir varlık olduğunu telkin ederek etrafındaki insanlar gitgide birer Hz. Ali meczubu haline getiriyordu.

İbn-i Sebe, plânlarını merhale merhale uygulama sahasına koymaktaydı. Şimdi sıra güya Hz. Ali’nin (ra) hakkını almaya gelmişti. Bunun için de şu telkin metodunu uyguladı:

“Her peygamberin bir vasisi vardır. Hz. Peygamber (asm), Hz. Ali’yi (ra) vasi tayin etmiştir. Hz. Peygamber’in bu vasiyetini yerine getirmemek kadar büyük bir cinayet olamaz. Hem Hz. Peygamber (asm), Hz. İsa (as) gibi tekrar yeryüzüne geri gelecek ve niçin vasiyetimi yerine getirmediniz?’ diye bizden hesap soracaktır. O zaman hepimiz mahcup olacak ve hüsrana uğrayacağız…”(5)

Bu gibi telkinlerle, çevresindeki insanların his ve heyecanlarını, arzu ettiği noktaya getirince Medine’yi basıp Hz. Osman’ı (ra) öldürmeye karar verdi. İbn-i Sebe, hacca gidiyormuş gibi yaparak harekete geçirdiği adamlarını Medine yakınındaki Meyve’de topladı. İlk fırsatta Medine’ye girecekler ve Hz. Osman’ı öldürmek için çareler arayacaklardı.

Katlin, Haşimîler tarafından yapıldığı intibaını vermek için de Mısırlılar Hz. Ali’nin (ra) etrafında toplanacaklar ve güya Hz. Ali’nin hakkını müdafaa edeceklerdi. Tâ ki, Emevîlerle Haşimîler karşı karşıya gelecekler ve böylece iç savaş başlayacaktı.

İbn-i Sebe, daha önce Basra, Mısır ve Küfe gibi merkezlerdeki adamlarına Hz. Aişe, Hz. Ali, Hz. Talha ve Hz. Zübeyr in (ra) imzalarıyla uydurma mektuplar göndermiş ve onlardan güya Hz. Osman’ın hilâfetten uzaklaştırılmasını istemişti. İbn-i Sebe’nin komitecileri bu mektuplarla birçok insanı ifsat ettiler. Böylece kuvvetlendiler ve yola çıkarak İbn-i Sebe’nin grubuna Medine yakınlarında katıldılar. Bu yeni kuvvetlerle İbn-i Sebe’nin eşkıyaları üç bin civarına erişmiş oluyordu.

Mısırlılar Hz. Ali’ye, Basralılar Hz. Talha’ya ve Kûfeliler de Hz. Zübeyr’e başvurarak:

“Mektuplarınızı okuduk; Osman’ı öldürüp ümmeti huzura kavuşturmak ve sizi devletin başına getirmek istiyoruz.” dediler.

Onlar da, kendileri tarafından böyle bir mektubun yazılmadığını, işin içinde bir nifak olduğunu söyleyerek hemen memleketlerine dönmelerini tavsiye ettiler. İsyancılar bu defa Hz. Osman (ra)’ın yanına gittiler.

Bunun üzerine, Hz. Osman, Hz. Ali’nin de yardımıyla, asileri ve bütün Medinelileri mescitte topladı. Herkesin şikâyetini dinledi. Onlara:

“Şikâyetlerinizi nazara alacağız, hata olarak düşündüğünüz konuları düzeltmeye gayret edeceğiz. Rahat olun…” dedi.

Bu arada asiler, Mısır valisinin görevden alınmasını istediler. Hz. Osman (ra) ‘vali olarak kimi istediklerini’ sordu. Onlar da:

“Ebu Bekir’in oğlu Muhammed’i isteriz.” diye karşılık verdiklerinde, Hz. Osman, teklifi kabul etti ve hemen tayin emrini Muhammed’e verdi.

Neticede bütün taraflar mutmain olarak geri dönmeye başladılar. İbn-i Sebe, bu durumdan fazlasıyla rahatsız oldu. Geri dönmekte olan Mısır kafilelerini tekrar Medine’ye döndürmek ve mütecaviz bir hale getirmek için şeytani bir plân hazırladı.

Mısır valisine hitâben, Hz. Osman (ra) adına bir mektup yazdı:

Mektuba, Hz. Osman (ra) namına sahte bir mühür basıp, fedailerinden birine vererek kafile arkasından yola çıkardı. O da devesiyle kafileye yetişerek, plân gereği şüpheli hareketlerle dikkati kendi üzerine çekti. Neticede kafiledekiler bu adamdan şüphelenerek onu yakaladılar ve mektubu ele geçirdiler. Zaten onun istediği de bu idi.

Mektupta Mısır valisine hitaben, “Bu âsiler geldiği zaman elebaşlarını öldür ve gerisini de hapset,” diye emredilmişti. Bu mektubu dinleyen mütecavizler birden şoke oldular ve yeniden galeyana gelerek tekrar Medine’yi bastılar. Hz. Ali, Zübeyr ve Hz. Talha’nın hâdiseyi yatıştırma gayretlerine rağmen sonunda Hz. Osman (ra)’ın evini bastılar ve kendisini Kur’an okurken şehit ettiler.

Hz. Osman’ın katili Yemenli bir Yahudi olan el-Gafıkî idi. Hz..Osman’ın şahadetiyle İbn-i Sebe, davasında büyük bir merhale kat’etmiş oluyordu. Artık nifak tohumları meyvelerini vermeye başlamıştı. Bu elîm hâdise Müslümanların, İslâm dinini başka ülkelere ulaştırmalarına engel oldu. İslâm’ın fütûhat ve tebliğ devri kapandı, bir duraklama ve çekişme devri başladı.

Bu merhaleden sonra İbn-i Sebe, Haşimîlerle Emevîleri karşı karşıya getirmek için yeni bir plân hazırladı. Hz. Osman (ra) Emevî, Hz. Ali (ra) ise Haşimî olduğu için, Hz. Osman’ı, Hz. Ali’nin öldürttüğünü ve 0’nun yerine geçmek istediğini etrafa gizlice yayarak Emevîleri tahrik etti. İbn-i Sebe, bir taraftan Hz. Ali’ye bu çirkin iftirayı yaparken, diğer taraftan O’nun halife olması için açıkça gayret gösteriyor, böylece halkın bu iftiraya kanmasını sağlamaya çalışıyordu.

Bu maksatla, Mısır’dan gelen kafileden, Yahudi asıllı İbn-i Meymun riyasetinde bir heyet seçerek Hz. Ali’nin huzuruna gönderdi. Heyet Hz. Ali’ye: “Malûmunuz olduğu üzere, bu ümmet başsız kalmıştır. Halifeliğe de en lâyık sizsiniz. Sizden bu vazifeyi deruhte etmenizi istiyoruz.” dediler. Hz. Ali (ra) bu teklifi reddederek, onları evinden kovdu.

Hz. Ali’den (ra) böyle bir cevap alınması üzerine Kûfelilerden bir heyeti Hz. Zübeyr’e ve Basralılardan bir heyeti de Hz. Talha’ya gönderdi. Hz. Zübeyr ve Hz. Talha da Hz. Ali gibi bunların hilâfet tekliflerini reddederek huzurlarından kovdular.

İbn-i Sebe, onlardan da istediğini elde edemeyince bu defa mütecavizleri sevk ve idare eden Yahudi Gafıkî’ye şu talimatı verdi: “Medinelileri mescide toplayınız ve onlara hemen kendilerine bir halife seçmelerini söyleyiniz. Aksi takdirde hepsini kılıçla tehdit ediniz…”

Gafıki başkanlığındaki âsiler, bu emir mucibince Medinelileri mescide toplayarak onlara: “En kısa zamanda kendinize bir reis seçiniz. Şayet siz bugün bu vazifeyi yapmazsanız, Ali, Zübeyr ve Talha da dahil olmak üzere hepinizi kılıçtan geçireceğiz.” dediler. Bu tehdidi dinleyen Medine halkı, Hz. Ali’nin (ra) huzuruna çıkarak, O’ndan halifeliği kabul etmesini istirham ettiler. Hz. Ali de bu karışık durumu göz önünde bulundurarak vazifeyi, hiç istemediği halde, kabule mecbur oldu.

Az zaman sonra Hz. Talha ve Hz. Zübeyr (ra), Hz. Ali’ye (ra) giderek O’ndan, kitabın hükmünü icrâ etmesini ve Hz. Osman’ın katillerinin cezalandırılmasını istediler. Hz. Ali onlara hitâben:

“Haklısınız; fakat devlet henüz âsileri tam mânâsıyla sindirmiş değildir. Onun için devletin olaylara hâkim olmasını beklemek gerekir…” dedi.

Hz. Ali (ra), suçluların tek tek belirlenerek sorguya çekilmelerini ve gerekli cezaya çarptırılmalannı istiyordu. Hz. Âişe, Hz. Zübeyr ve Hz. Talha (ra) ise, şu fikirdeydiler:

“Fitne büyümüş, devleti hedef almış ve halife şehit edilmiştir. Mesele sadece Hz. Osman’ın katilinin bulunması değildir. Bu fıtne hareketine katılanlanrın çoğunun öldürülmesi gerekir. Bu sebeble, âsiler hemen cezalandırılmalıdır.”

Hz. Ali (ra), Kur’an’ın “Velâ tezîrû vâziretün vizre uhrâ” nassından hareket ile, “Birinin hatasıyla başkasının mesul olamayacağı” görünüşünü ileri sürerek, onların bu fikrine katılmadı(4).

Hz. Zübeyr ve Hz. Talha (ra), Hz. Ali’nin görüşünü öğrendikten sonra, Hz. Âişe (r.anhâ) ile Mekke’de görüştüler ve âsilerin üzerine yürümek için kuvvet toplamak üzere Basra’ya gitmeye karar verdiler.

Hz. Ali de (ra), Hz. Âişe, Hz. Talha ve Hz. Zübeyr’in (ra) Basra’ya gittiklerini haber alınca devletin bütünlüğünde bir parçalanma, bölünme olmaması için ordusuyla Basra’ya hareket etti ve Zikar mevkiinde konakladı. Hz.Ali (ra) meselenin barış yoluyla halledilmesi için Ka’ka isminde bir elçisini Hz. Âişe, Hz. Talha ve Hz. Zübeyr’e göndererek onlara, tefrikanın fenalığını, birlik ve beraberliğin önemini, her şeyin sulh yoluyla daha iyi hall olacağını anlatmasını istedi. O da bu emir gereğince, Hz. Aişe, Hz. Talha ve Hz. Zübeyr’in yanına giderek onlara Hz. Ali’nin görüşlerini: bu yaranın ilâcının sükûnet olduğunu, sükûnet gerçekleştikten sonra her tedbirin alınabileceğini, aksi halde fıtne ve fesat çıkacağını, bunun da İslâm’a ve Müslümanlara getireceği sıkıntının büyük olacağını izah etti. Onlar: “Eğer Ali bu fikirde ise, aramızda bir görüş ayrılığı kalmamıştır.” dediler.

Bu neticeden her iki tarafın mensupları da memnun oldular. Böylece bir istikrar, bir sükûn hali hâsıl oldu. Herkes kendisini emniyet ve huzur içersinde görerek çadırlarına çekildiler.

Bu sulhtan, ziyade rahatsız olan münafık İbn-i Sebe, taraftarlarını toplayarak onlara: “Ne yapıp yapıp savaşı kızıştırmanız ve Müslümanları birbirine düşürüp kırdırmanız lâzım. Şayet bir netice alamazsak, bütün gayretimiz boşa gider; hedefe varamamış oluruz.” dedi. Ve savaşı başlatmak üzere yeni bir plân hazırladılar. Sabaha yakın saatlerde tatbike koyulacak bu yeni plân gereği, İbn-i Sebe kendi adamlarını Hz. Ali (ra) ile Hz. Zübeyr ve Talha’nın (ra) çadırlarının etrafında yerleştirdi. Bunlar daha sonra her iki tarafın çadırlarına baskında bulundular. Gürültü üzerine uyanan Hz. Zübeyr ve Talha (ra): “Ne var, ne oluyor?” diye sorduklarında, İbn-i Sebe’nin adamları, “Hz. Ali’nin adamları (Kûfeliler) bize gece baskını yaptı.” dediler.

Bu haber üzerine Hz. Talha ve Zübeyr (ra): “Anlaşıldı, Hz. Ali, harbi kesmekte samimî değilmiş.” dediler. Öte yandan gürültüyü işiten Hz. Ali (ra): “Ne oluyor?” diye sordu. Yine İbn-i Sebe’nin adamları: “Karşı taraf bize gece baskını yaptı. Biz de püskürttük.” dediler. Hz. Ali de: “Anlaşıldı. Talha ve Zübeyr bizimle sulh meselesinde aynı fikirde değilmişler.” dedi. Böylece on bin kişinin hayatına mâl olan Cemel Vakası meydana geldi. Hz. Talha ve Zübeyr de bu savaşta şehit düştüler. İbn-i Sebe, böylece Hz. Osman’ın (ra) katlinden sonra amacına doğru mühim bir merhale daha kat’etmiş oluyordu.

Hz. Ali (ra), Cemel Vak’ası’ndan sonra bir müddet Basra’da kaldı. Daha sonra oradan Kûfe’ye geldi. Müslümanların büyük bir kısmı, Fas’tan tâ Çin sınırına kadar Hz. Ali’ye (ra) biat etmişlerdi. Biat etmeyen, sadece Suriyeli Müslümanlar kalmıştı.

Hz. Ali (ra) Şam Valisi Muâviye‘nin ve dolayısıyla Suriye’nin biatını temin etmek için, her zaman olduğu gibi sulh yolunu tercih ederek kendisine Cerir ismindeki bir adamını elçi olarak gönderdi.

İbn-i Sebe, Hz. Ali’nin (ra) konuyu sulh yoluyla halletme teşebbüsü üzerine, her zamanki gibi sulh yolunu tıkamak için, yine harekete geçti. Çünkü, şayet sulh olursa, Hz. Ali (ra) bundan sonra ilk iş olarak İbn Sebe taraftarlarını ele alacak, suçlular tespit edilince de âkıbetleri çok kötü olacaktı. Şu halde, iki taraf da bir esas üzere barışacak olurlarsa âsilerin hezimete uğrayacakları şüphesizdi. Onun için, mutlaka bu sulha mani olunmalı ve taraflar karşı karşıya getirilmeliydi. İbn-i Sebe ve arkadaşları hâdiseleri kendi lehlerine çevirecek bir hâlin doğmasını bekliyorlardı. Nitekim, hâdiselerin seyri lehlerine cereyan etti. Çünkü Muâviye, Hz. Ali’nin (ra) bu teklifini kabul etmemişti. Neticede her iki taraf da harp hazırlıklarını tamamlayıp Muharrem ayında Sıffin’de karşı karşıya geldiler.

Bununla beraber Hz. Ali (ra) ile Hz. Muâviye (ra) bu ayda harp etmemek için bir aylık bir mütareke yaptılar. Hz. Ali (ra) bu mütarekeyi fırsat bilerek Hz. Muâviye’ye sulh için yeniden heyetler yolladı.

İbn-i Sebe, harbe mani olmak için giden heyetler içine Hâtem oğlu Adiy ve Sebt gibi adamlarını soktu. Bu adamlar Hz. Muâviye’yi mütecaviz bir lisanla tehdit etmişler ve O’na karşı, “Siz de Cemel Vak’ası’nda hezimete uğrayanlardan daha perişan olacaksınız…” gibi tahrik edici sözler sarf ederek muhtemel bir sulha mani olmuşlardı.

İbn-i Sebe ve adamları, bir taraftan da Hz. Ali’nin ordusunu bir an evvel harbe girmeye teşvik ediyor ve onlara, “Şamlıların da Cemel Vak’ası’ndakiler gibi hezimete uğrayacaklarını” telkin ediyorlardı. Neticede taraflar yine karşı karşıya geldiler ve Sıffin Savaşı gerçekleşti.

İbn-i Sebe, bu iç savaşlarla esas amacına yaklaşmış oluyordu. Çünkü onun asıl amacı, İslâm itikadına hurâfeler sokarak onu öz saflığından çıkarmaktı.

Bugün kavga eden müminler yarın barışabilir ve tekrar bir araya gelerek İslâm birliğini yeniden tesis edebilirlerdi. Müslümanlar arasında tâ kıyâmete kadar devam edebilecek bir ayrılık çıkararak onları inanç yönünden parçalamak, hiziplere ayırmak icap ediyordu. Şimdi yapılacak en önemli iş, inançları asıl çizgisinden saptırmak için dine hurâfeler sokmaktı. İbn-i Sebe bu işe, “Ehl-i Beyt” muhabbetini istismar etmekle başladı. Ehl-i Beyt’in en ateşli bir taraftarı olarak sahneye çıktı. Hilâfetin baştan beri Hz. Ali’nin hakkı olduğunu ve O’ndan haksız olarak gasp edildiğini etrafa yaydı. Hz. Ali ve evlâtlarını, “İlâhlar Hanedanı” haline getirerek İslâm Dinini Hristiyanlıkta olduğu gibi tevhit esasından saptırmaya tevessül etti. Sonunda, İbn-i Sebe başkanlığındaki bir grup, Hz. Ali’nin (ra), huzuruna çıkarak O’na: “Sen Rabbimizsin, İlâhımızsın,” dediler. Hz. Ali, bu müşriklerin bir kısmını yaktırdı(6). İbn-i Sebe’yi ise, ordu içinde taraftarlarının çokluğu sebebiyle, fitne ve zaafa yol açacağı endişesinden, yaktırmaktan vazgeçti. İran’ın eski hükümet merkezi olan Medayin‘e sürdürdü.

Ne yazık ki, Medayin, İbn-i Sebe’nin sapık fikirlerinin üretilmesine çok müsait bir zemin idi. İbn-i Sebe burada, vaktiyle Hz. Ali’den kaçan Haricilerle görüştü ve reisleri Evfa oğlunu buldu. Evfa oğlunun Hz. Ali’ye karşı bir harekette bulunmak istediğini anlayınca, ona: “Böyle bir hareketle Ali’yi mağlup edemezsiniz, ancak siz mağlup olursunuz.” dedi. Evfa oğlu, İbn-i Sebe’ye fikrini sorunca, o da: “Üç fedai ile bu işi hallederiz.” dedi.

Bu konuşmadan sonra, Hz. Ali, Hz. Muâviye ve Hz. Amr İbnü’l-Âs‘ın öldürülmesinde mutabık kaldılar. Bu maksatla üç suikastçıyı yola çıkardılar. Üç sahabe, Ramazan’ın 17’nci günü sabah namazını kıldıracakları sırada öldürüleceklerdi. Takdir-i İlâhi ile Hz. Muâviye ve Amr İbnü’l-Âs bu suikasttan kurtuldular. Fakat İbn-i Mülcem isimli suikastçı Hz. Ali’yi, şahadetine sebep olan zehirli bir kılıç ile yaralamaya muvaffak oldu.

İbn-i Sebe, İbn-i Mülcem’i Hz. Ali’yi öldürtmek üzere yola çıkardıktan sonra Meymun oğlunu birkaç adamıyla Küfe’ye göndermişti. Meymun oğlu orada: “Ali ölmedi, uruç etti, semâya çıktı. Şimdi o, bulutların üzerindedir. Çok geçmeden geri dönecek ve kılıcıyla bütün dünyaya adalet dağıtacaktır…” gibi hurâfeler yayacaktı.

İbn-i Sebe, yakın mesai arkadaşları ile beraber İran’da yapacakları ihanet faaliyetlerinin plânlarını hazırladılar ve çalışmaya koyuldular. O günkü sosyal durum da onların bu plânlarını uygulamaya son derece elverişli idi. Şöyle ki:

İslâmîyet’ çok kısa bir zamanda geniş bir sahaya yayılmıştı. Bu derece geniş ve yaygın bir coğrafya üzerinde İslâm’ın bütün anlam ve inceliklerini, hikmet ve hakikatlerini, yeni Müslümanlığı kabul etmiş milletlere, intikal ettirmek, mizaçları farklı kavimleri İslâmî potada eritmek ve yoğurmak, henüz yeni kurulmuş bir İslâm Devleti için fevkalâde zor bir işti. İslâm’ın ulaştığı her yerde, İslâm’a kitleler halinde katılmalar oluyordu. Gerçi bu durum, Müslümanları sevindiriyordu. Fakat, mânevi hamur gerekli şekilde yoğrulamıyor, ideal mânâda Müslümanlar pek yetişemiyor, dolayısıyla de ideal duyuş ve yaşayış açısından Müslümanlar arzu edilen kıvamda bütünleşemiyordu. Halk tabakaları, işlenmemiş ham toprak gibiydiler. Bu durum, bilhassa kendini İran’da açık bir şekilde gösteriyordu.

Yeni Müslüman olmuş kimseler, eski yanlış inançlarından bütün bütün kurtulmuş değillerdi. Asırlardan beri süre gelmiş hurâfe ve bâtıl inançların etkisinde kalarak ruhları, akılları, kalpleri boyanmış bu insanlara İslâm’ın vehim ve hayâlâttan, düzmece ve hurâfattan uzak olan berrak, net, safi hakikatlerini olduğu gibi kabul etmek hayli zor geliyordu. İslâmîyet’ bu mutaassıp insanlarca hakkıyla hazmedilemiyor ve hak din kalplere ve hislere tam mânâsıyla yerleştirilemiyordu. Psikolojik olarak istiyorlardı ki eski inançlarını, örf ve an’anelerini de İslâmîyet’le birlikte devam ettirsinler.

Diğer taraftan, hilâfet makamı da, bu ülkede ikaz ve irşat hizmetini gereken seviyede yapamıyordu. O beldelerdeki insanlara, İslâm’ı bütün müesseseleriyle yerleştirme ve onların şüphe ve tereddütlerini izale etme hizmeti, büyük ölçüde aksıyordu. Zira, İslâmîyet’ gayet geniş bir sahaya yayılmış, sahabelerin büyük bir kısmı iç fitnelerde vefat etmiş, diğer bir kısmı uzlet hayatını tercih etmiş, bir kısmı da sosyal hayata müdahale edemeyecek kadar yaşlanmıştı.

Bu önemli görevin ihmal edilmesi neticesinde, bu yeni beldeler uzun süre sahipsiz kaldı. Fetih zamanında aldıkları ilk feyiz ve ilimle Kur’an’a ve imana ait hakikatleri tamamıyla ihata edememişlerdi. Bu sebeble henüz hak ve bâtılı, hurâfe ve hakikati temyiz edecek duruma gelmemişlerdi.

İşte, Yahudi gibi dessas bir kavim, bu sosyal durumdan faydalanmayı başardı.

İbn-i Sebe’nin, İran’da olumsuz fikirlerini yerleştirmesinde önemli bir faktör de halkın psikolojik yapısıydı. Onların iç dünyasında, akıldan ziyade his hükmediyordu. Gönülleri hakikatten ziyade efsane ve hurâfelere açıktı. Hâdiseleri mantık ve muhakeme uyumu içinde tahlil edemiyor, fikir süzgecinden hakkıyla geçiremiyorlardı.

Diğer taraftan asırlarca süren saltanatlarının ve milli gururlarının, vaktiyle köle addettikleri Araplar tarafından söndürülmesini de bir türlü hazmedemiyor, akıl plânında olmasa bile, his plânında İslâmîyet’e karşı bir hazımsızlık gösteriyorlardı.

İbn-i Sebe, bütün bu faktörleri değerlendirmesini bildi. Arkadaşlarını toplayarak onlara şöyle dedi:

“Biz asıl harbe yeni başladık. Bilmiş olun ki, bu, Müslümanlar arasında kıyâmete kadar devam edecek bir savaştır. Şimdi, biz Ali’yi takdis edeceğiz ve ettireceğiz. O’na, yerine göre ‘ulûhiyet’ yakıştıracağız, yerine göre ‘peygamberdir’ diyeceğiz, yerine göre de ‘hilâfetin, Ali’nin hakkı olduğunu, fakat Ebû Bekir, Ömer ve Osman’ın O’nun bu hakkını gasbettiklerini’ anlatacağız.”

İbn-i Sebe ve arkadaşları, bu kararı aldıktan sonra etrafındaki adamlarını, bu fikirleri yaymak üzere görevlendirildiler. Bunlar, “Hilâfet Ali’nin hakkı idi. Hilâfete lâyık Ali ve evlâtlarıdır. Bu hak, onlardan gasp edildi. Üç halife, bilhassa Ömer, bu hakkı gasbetmekle Allah’ın iradesine karşı geldiler… Allah’ın iradesine itaat için Ali’den yana çıkmak lâzımdır…” diye telkinlere başladılar. Bu telkinler, halk tarafından kabul görünce, daha da ileri giderek insanlara ilâhlık isnat eden “Hulûl Akidesini” İslâm inancına sokmak için gayret gösterdiler. İslâm inancını asıl çizgisinden saptırarak, tevhit akidesine taban tabana zıt bir inanışı yaymaya başladılar. “Hulûl Akidesi” İranlıların eski dinlerinde de vardı. Bu bakımdan, bu bâtıl itikat onlarda kolaylıkla taraftar buldu.

Önce, Hz. Ali’ye (ra) ilâhlık izafe ettiler. Daha sonra, bu ilâhlığın, O’nun evlâtlarına da intikal ettiği davasında bulundular ve neticede İran’da bir ilâhlar hanedanı ortaya çıktı.

Hz. Ali’nin (ra) vefatında İbn-i Sebe, “Ölen Ali değil, O’nun sûretine giren bir şeytandır. Ali şimdi göklere çıkmış ve bulutlar üzerinde taht kurmuştur.” diyerek O’nun ölümüne hulûl akidesi paralelinde bir yorum getirdi.

Böylece, Mısır’da “Sebeiyye Mezhebi”nin kurulmasıyla tohumu atılan Şiilik İran’da yeşermeye, gelişmeye başladı. Ve bundan yirmiden fazla fırka (kol) türedi.

Kaynaklar:

1. MS. 70 yıllarında Romalıların Yahudileri Filistin’den uzaklaştırmasından sonra Yahudiler, kabile kabile Arabistan, Hicaz ve Yemen’e yerleşmişler ve buraları İkinci “Arz-ı Mev’ud” saymışlardı. Kısa zamanda buraların servet, mülk ve arazilerini ellerine geçirmişler, bir taraftan Musevîliği yaymaya çalışırken, diğer taraftan da halkı alabildiğine sömürmüşlerdi. Bir ara Yemen Hükümdarı Musevîliği kabûl edince, Yahudiler Yemen’de ağırlıklarını hissettirmeye başlamışlardı. Fakat, İslâmiyet’in doğuşu ve hızla yayılması onları endişeye sevk etmişti. Nitekim Hicaz ve civârında İslâmiyet’in yayılmasıyla mağlup ve makhur olarak oralardan sökülüp atılmışlardı. Mekke ve Medine’deki Yahudilerin Müslümanlar karşısında uğradıkları bu mağlûbiyet, Yemen Yahudilerini son derece rencide etmişti.

2. Ziyaeddin Gümüşhanevî, Netaic-i i’tikadiye, s. 86.

3. Abdullah İbn-i Sebe hahambaşıydı ve büyük bir komiteciydi. Hz. Osman (ra) zamanında Yemen’den Medine-i Münevvere’ye gelerek zâhiren Müslüman olmuştu. İlk nifak ve ihtilâf tohumlarını burada atmaya başladı. İslâmiyet’i içinden yıkmak için büyük gayret gösterdi. Bu Yahudi dönmesinin maksadı, Pavlos’un Hristiyanlığa yaptığı gibi İslâm akaidini ifsat ederek Müslümanlığı çığırından çıkarmak ve Müslümanları birer hurâfeci ve hayâlperest haline getirmekti. Şunu hemen ifâde edelim ki, Yahudilerin İslâm Dinine düşmanlıkları Peygamberimizin (asm) doğumu ile başlamıştı. Onlar, Tevrat’tan mülhem olarak Ahir Zaman Peygamberi’nin gelişini bekliyorlar, lâkin O’nun, kendi milletlerinden olacağını zannediyorlardı. Zanlarının hilâfına, Ahir Zaman Peygamberi Kureyş’ten gelince, bu hâl onların kin ve hasedini galeyana getirdi. Bütün gayretlerine rağmen, gerek Resulüllah Efendimizin hayatında, gerekse Hz. Ebû Bekir (ra) ve Hz. Ömer (ra) devirlerinde Müslümanlar arasına en ufak bir fitne sokmaya muvaffak olamadılar. Hz. Osman (ra) devrinin sonlarına doğru ellerine bazı fırsatlar geçti. İbn-i Sebe de bu fırsatları en iyi bir şekilde değerlendirmeyi başardı.

4. Prof. Muhammed Ebû Zehra, Mezhebler Tarihi, s. 39.

5. İbn-i Sebe Hıristiyanlıktaki ric’at fikrini taraftarlarına kabul ettirerek onları galeyana getirmeyi başarmıştı. İbn-i Sebe, halka, “Hz. İsa’nın geri döneceğine inandığınız halde, neden Hz. Peygamber’in tekrar geri döneceğine inanmıyorsunuz? Halbuki, şu âyet-i kerîme Hz. Peygamber’in tekrar geri döneceğini bize bildirmektedir: “Herhalde O Kur’ân’ı senin üzerine farz kılan (Allah), seni (tekrar) dönülecek yere döndürecektir.” İbn-i Sebe, yukarıdaki âyeti kendi fikrine delil getiriyor ve Hz. Peygamber’in geri gelmeye Hz. İsa’dan daha fazla hak sahibi olduğunu telkin ederek halkı ifsat ediyordu. Halbuki, bu âyet-i kerîmenin mânâsı İbn-i Sebe’nin iddia ettiği gibi değildir. Bu âyet-i kerîme Hicret sırasında nazil olmuştu. Resulullah Mekke’den hicretinde, el-Cuhfe denilen yere geldiği zaman, doğup büyüdüğü Mekke’den ayrılışın ızdırabını duyarak kederlenmiş ve Cenâb-ı Hak, Resûl-i Edîb’ini (S.A.V.) teskin ve teselli için bu âyeti inzal buyurmuş ve O’nun tekrar Mekke’ye döneceğini haber vermişti.

6. Abdurrahman İbn-i Ahmed, Şerh-i Mevakıf, s. 624, H. 1286, İst. Fahreddin Razî, Muhassilu Kelâm, s. 177, H. 1323, Mısır. Hz. Ali (R.A.) bir gün evinden çıkarken bu sapık güruhtan birkaç kişinin kendisine secde ettiklerini görmüş, onlara ne yaptıklarını sormuş. Onların kendisine “Sen, O’sun” dediklerini duyunca, hayretle: “Ben kimim?” demişti. Onlar da (hâşâ): “Sen O’ndan gayrı bir mabûd olmayan Allah’sın” demeleri üzerine celallenerek: “Bu söz küfürdür. Bundan tevbe ediniz. Yoksa sizi mahvederim” cevabını vermiş, onlara 3 gün süre tanımıştı. Verilen mühlet içinde tevbeye yanaşmadıkları için, Hz. Ali, bu sapık adamların yakılmasını emretmişti…

Kaynak: Sorularla İslamiyet