Değerli kardeşimiz,

İslam alimlerinin büyük çoğunluğuna göre, iman; dil ile ikrar, kalp ile tasdikten ibarettir.

İmam Maturidî’ye göre yalnız kalp ile tasdik, iman etmek için yeterlidir. (bk. Şerhu’t-Tahaviye, 2/275-Şamile). Böyle bir iman kişiyi Allah katında mümin yapabilir. Fakat, kişinin dünyada bir mümin olarak muamele görmesi için, diliyle de bu imanının varlığını ilan etmesi gerekir. Bunun aksine, sadece diliyle ikrar edip de kalbiyle iman etmeyen kimse ise, münafık olur; dünyada mümin muamelesi görse de ahirette kâfir muamelesi görecektir. Nitekim Peygamberimiz (a.s.m) bazı münafıklara hitaben “Ey kalplerine iman girmeyen, yalnız dilleriyle iman eden topluluk!” diye buyurmuştur. (krş. Bakıllanî, el-İnsaf, 1/18-Şamile). Kur’an’da da buna benzer ifadeler vardır.

Malikî, Şafii ve Hanbelîlere göre, amel etmek -temel esası olmasa da- imanın tamamlayıcı bir unsurudur. Bunlara göre mükemmel bir imanın tam tarifi şöyledir: Dil ile ikrar, kalp ile tasdik ve organlarla amel etmektir.(bk. Şerhu’t-Tahaviye, 2/275-Şamile).

Ancak, bu mezheplere göre de amel etmeyen kâfir olmaz. Çünkü, amel imanın asıl parçası değil, onu kuvvetlendiren tamamlayıcı bir unsurudur. Amelin imanı güçlendiren, onu tamamlayan bir unsur olduğunda şüphe yoktur. Çünkü, aynı kişinin Allah’a ibadet etmekle meşgul olduğu zaman dilimindeki durumu, Allah’a karşı hissettiği sevgi ve saygı ile gaflet içerisinde olduğu zamandaki durumundan çok farklı olduğu tecrübe ile sabittir.(bk. Gazalî, el-İktisad fi’l-İtikad-Şamile-1/73).

Bediüzzaman Hazretleri de amel-iman ilişkisini şöyle ifade etmiştir:

“Akaidî ve imanî hükümleri kavî ve sabit kılmakla meleke haline getiren, ancak ibadettir. Evet, Allah’ın emirlerini yapmaktan ve nehiylerinden sakınmaktan ibaret olan ibadetle, vicdanî ve aklî olan imanî hükümler terbiye ve takviye edilmezse, eserleri ve tesirleri zayıf kalır. Bu hale, âlem-i İslâmın hâl-i hazırdaki vaziyeti şahittir.”(İşaratu’l-İ’caz, -Envar nşr. İst. 1994- s.82).

Amel, insanın inandığı şeyleri yaşaması, dînin emrettiklerini yerine getirmesi, yasakladığı şeylerden de kaçınması demektir. Amelin îman ile yakından alâkası vardır. İnsan önce bir şey`i benimser, doğruluğuna inanır, sonra da o inandığı şey`i yaparak yaşar. Bununla beraber amel, îmanın bir parçası değildir. Yani, insan dînin emirlerini yerine getirmese ve ibâdetini yapmasa dahi, îmandan çıkmış olmaz, inancını inkâr etmiş sayılmaz; sadece günahkâr olmuş olur.

Ne var ki, amel ve ibâdet, kalbdeki îmanı kuvvetlendirir, te`sirini artırır, insanı kemâle ve olgunluğa ulaştırır. İnsanın inancının gereğini yapmaması ise, imanın insan davranışları üzerindeki müsbet tesirinin zamanla kaybolup zayıflamasına yol açar.

İnsan davranışları üzerinde îmanın tesirleri zayıfladıkça menfî duygular, kötü huylar, zararlı arzûlar, günahlar, insanın his dünyasını kaplar. Bâzan bu hâl, onu küfre, yani, îmanını kaybetmeye bile götürür. Çünkü işlenen herbir kötülük ve günah, dînin emirlerine zıd her bir amel ve hareket, kalbe işleyip îman nûrunu lekeler ve siyahlandırır. Peygamber Efendimiz (asm) bu duruma, şu ifadeleriyle işaret buyurmuşlardır:

“Bir günah işliyen kimsenin kalbinde, siyah bir leke hâsıl olur.” (bk. Tirmizi, Tefsiru Sûre 83, 1; İbn-i Mace, Zühd 29)

Günahlar tekrarlandıkça kalbdeki siyahlık artar, îmanın nûru gitgide zayıflamaya yüz tutar. Bu hâl, kalbin bütünüyle kararıp katılaşmasına, îman nûrunun tamamen sönüp kaybolmasına kadar devam eder. Bunun içindir ki,

“Her bir günah içinde küfre gidecek bir yol var.” (bk. Nursi, Lem’alar, İkinci Lem’a) denilmiştir.

Aslında ehlisünnetin itikadî yönden iki mezhebi olan Eşarîler ile Maturidîler arasında temelde bir ayrılık yoktur. Her iki mezhebe göre de iman eden kimse büyük günah işlese bile dinden çıkmaz. Kendi aralarındaki tartışmalarda yer alan amel-iman meselesi, imanın tarifi hususundaki nüanslar o zamanki muhalif grupları teşkil eden batıl mezheplere cevap verirken ortaya koydukları bazı detaylardan ibarettir.

Kaynak: Sorularla İslamiyet