Değerli kardeşimiz,

Kıyametin Oluşu ve Başlangıç Alâmetleri

1. Ahiret âlemi başlamadan önce, bütün insanların ve bütün âlemlerin başına kıyamet kopacaktır. Bu kıyametin kopmasını “Sûr’a birinci üfürüş” olayı meydana getirecektir. Şöyle ki:

Melek İsrafil (aleyhisselâm) “Sûr” denilen ve niteliği Yüce Allah tarafından bilinen bir ses verme cihazına üfürecektir. Bundan çıkan korkunç bir ses ile bütün canlılar ölecek, her şey altüst olacaktır.

2. Bildiğimiz yer sarsıntıları, su basmaları, yanardağların patlamaları, yıldırımların düşmesi ve yerlerin çökmesi gibi birtakım olaylar yüzünden, yeryüzünde ne korkunç ve ne büyük felâketler meydana gelmektedir. Bunlardan her biri, Yüce Allah’ın büyük kudretini gösteren nişanlardır. İşte yeryüzünde ve göklerde büyük kıyametin kopması da, bizce bilinmeyen çok korkunç bir ses ve gürültü ile (Sûr’a üfürülmenin dehşetiyle) olacaktır. Kim bilir, hatır ve hayalimize gelmeyen daha nice büyük olaylar ve görüntüler buna eşlik edecektir. Bütün âlemlerdeki düzen ve ölçü, ancak Yüce Allah’ın eseridir, O’nun kudretinin delilidir. Yüce Allah bu düzen ve ölçüyü herhangi bir sebeple bir an içinde kaldırınca, bütün varlıklar hemen altüst olur, maddeler arasındaki bağlantılardan hiç bir eser kalmaz, hiç bir canlının yaşamasına imkân kalmaz. İşte bu umumî (genel) kıyamettir. Bunun kopacağı zamanı ancak Yüce Allah bilir.

3. Kıyametin alâmetlerine gelince: Bunlar, Eşrat-ı Saat (Kıyamet Alâmetleri) denen bazı tuhaf ve çirkin olağanüstü olaylardır. Bunların meydana geleceğini Peygamber Efendimiz (asm) bildirmiştir. Başlıcaları şunlardır;

     a) Din konusunda bilgisizliğin her tarafa yayılması, sarhoşluk veren şeylerin içilmesi, zina ve benzeri kötülüklerin çoğalması, öldürme olaylarının artması… Bunlara küçük alâmetler denir.

     b) Müminleri nezleye tutulmuş ve kâfirleri sarhoş olmuş gibi yapacak bir dumanın çıkması.

     c) Deccal adında bir şahsın türeyip tanrılık davasında bulunması ve sonra kaybolup gitmesi…

     d) Ye’cûc ve Me’cûc adında iki milletin yeryüzüne yayılarak bir müddet bozgunculuğa çalışması…

     e) Hz. İsa (as)’ın gökten inerek bir müddet Peygamberimizin (asm) şeriatı ile amel etmesi…

     f) “Dabbetü’l-Arz” adında canlı bir yaratığın yerden çıkarak insanlara karşı sözler söylemesi…

     g) Yemen tarafından korkunç bir ateş çıkarak etrafa dağılması…

     h) Doğu ile batıda ve Arap yarımadasında birer büyük yer çöküntüsü olması…

     ı) Güneşin az bir zaman için battığı yerden doğması… (bk. Müslim, Fiten, 39)

Bu alâmetlere de, Büyük Alâmetler denir.

Bütün bu olaylar Yüce Allah’ın kudretine göre, hiç bir zaman imkânsız sayılamaz. İçinde yaşadığımız bu âlemdeki olayların her biri, acaib bir yaratışın ve büyük bir kudretin nişanıdır, bir üstünlük örneğidir. Artık Kıyamet Alâmetleri denilen bu olayları düşünen hangi insan imkânsız görebilir?

Bundan önce varlıklarına imkân verilmeyen nice büyük icatlar zaman zaman ortaya çıkmıyor mu? İnsanların zekâ ve çalışmaları sayesinde böyle birtakım büyük ve güzel şeyler meydana geldiği halde, Yaratıcımızın büyük kudreti ile artık nelerin meydana gelebileceğini düşünelim.

«Bütün bunları yaratmak Allah’a güç değildir.» (İbrahim,14/20)

KIYAMET: Dünyanın yıkılıp harâb olması. Dünyanın sonu ve mahşer meydanına bütün insanlann dirilip toplanacağı zaman. *Mc: Büyük belâ. *Fazla sıkıntı.

“Kıyamet, “mevt-i dünyanın vuku bulmasıdır. Şu mes’eleye delil: Bütün Edyan-ı Semâviyyenin icmaldir ve bütün fıtrat-ı selimenin şehadetidir ve şu kâinatın bütün tahavvülât ve tebeddülat ve tegayyürâtının işaretidir. Hem asırlar, seneler adedince zihayat dünyaların ve seyyar âlemlerin, şu dünya misafirhanesinde mevtleriyle, asıl dünyanın da onlar gibi ölmesine şehadetleridir.”

“Sekizinci Asıl: Cenâb-ı Hakîm-i Mutlak, şu dâr-ı tecrübe ve meydan-ı imtihanda çok mühim şeyleri, kesretli eşya içinde saklıyor. O saklamakla çok hikmetler, çok maslahatlar bağlıdır. Meselâ: Leyle-i Kadri, umum Ramazanda; saat-i icâbe-i duayı, Cum’a gününde; makbul velîsini, insanlar içinde; eceli, ömür içinde ve kıyametin vaktini, ömr-ü dünya içinde saklamış. Zira ecel-i insan muayyen olsa, yarı ömrüne kadar gaflet-i mutlaka, yarıdan sonra darağacına adım adım gitmek gibi bir dehşet verecek. Halbuki, âhiret ve dünya muvazenesini muhafaza etmek ve her vakit havf ve reca ortasında bulunmak maslahatı, iktiza eder… Şu halde mübhem tarzdaki yirmi sene mübhem bir ömür, bin sene muayyen bir ömre müreccahdır.”

“İşte kıyamet dahi şu insan-ı ekber olan dünyanın ecelidir. Eğer vakti taayyün etseydi, bütün kurun-u ûlâ ve vusta, gaflet-i mutlakaya dalacak idiler ve kurun-u uhrâ, dehşette kalacaktı. İnsan nasıl hayat-ı şahsiyesiyle hanesinin ve köyünün bekasiyle alâkadardır. Öyle de: Hayat-ı içtimaiye ve neviyesiyle, küre-i arzın ve dünyanın yaşamasıyla alâkadardır. Kur’an “Kıyamet yakındır” (Haşr, 59/1) ferman ediyor. Bin bu kadar sene geçtikten sonra gelmemesi, yakınlığına halel vermez. Zira kıyamet, dünyanın ecelidir. Dünyanın ömrüne nisbeten bin veya iki bin sene, bir seneye nisbetle bir-iki gün veya bir-iki dakika gibidir. Saat-i Kıyamet yalnız insaniyetin eceli değil ki, onun ömrüne nisbet edilip baîd görülsün, îşte bunun içindir ki, Hakîm-i Mutlak, Kıyameti “Mugayyebât-ı Hamse” den olarak ilminde saklıyor. İşte bu ibham sırnndandır ki, her asır hattâ asr-ı hakikat-bîn olan Asr-ı Saadet dahi daima kıyametten korkmuşlar. Hattâ bazıları, “Şeraiti hemen hemen çıkmış” demişler.”

“İşte bu hakikati bilmiyen insafsız insanlar derler ki: “Âhiretin tafsilâtını ders alan müteyakkız kalbli, keskin nazarlı olan sahabelerin fikirleri niçin bin sene hakikattan uzak olarak fikirleri düşmüş gibi, istikbâl-i dünyevîde bin dört yüz sene sonra gelecek bir hakikati asırlarda karib zannetmişler?”

“Elcevab: Çünki: Sahabeler feyz-i sohbet-i Nübüvvetten herkesten ziyade dâr-ı âhireti düşünerek, dünyanın fenasını bilerek, kıyametin ibham-ı vaktindeki hikmet-i îlâhiyyeyi anlıyarak ecel-i şahsî gibi dünyanın eceline karşı dahi daima muntazır bir vaziyet alarak âhiretlerine ciddî çalışmışlar. Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselam: “Kıyameti bekleyiniz, intizar ediniz” tekrar etmesi, şu hikmetten ileri gelmiş bir irşad-ı Nebevidir. Yoksa vuku-u muayyene dair bir vahyin hükmüyle değildir ki, hakikattan uzak olsun, îllet ayrıdır, hikmet ayrıdır, îşte Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm’ın bu nevi sözleri hikmet-i ibhamdan ileri geliyor. Hem şu sırdandır ki: Mehdî, Süfyan gibi âhirzamanda gelecek eşhasları çok zaman evvel hattâ Tabiîn zamanında onları beklemişler, yetişmek emelinde bulunmuşlar. Hattâ bazı ehl-i velayet “Onlar geçmiş” demişler, işte bu da, kıyamet gibi, hikmet-i İlâhiyye iktiza eder ki; vakitleri taayyün etmesin. Çünki: Her zaman, her asır, kuvve-i mâneviyenin takviyesine medar olacak ve yeisten kurtaracak “Mehdî” mânasına muhtaçtır. Bu mânada her asrın bir hissesi bulunmak lâzımdır.”

“Hem gaflet içinde fenalara uymamak ve lâkaydlıkta nefsin dizginini bırakmamak içirı nifakın başına geçecek müthiş şahıslardan her asır çekinmeli ve korkmalı. Eğer tâyin edilseydi, maslahat-ı irşad-ı umumî zayi olurdu. Şimdi, Mehdî gibi eşhasın hakkındaki rivâyâtın ihtilâfatı ve sırrı şudur ki: Ehadîsi tefsir edenler, metn-i Ehâdisi tefsirlerine ve istinbatlanna tatbik etmişler. Meselâ: Merkez-i saltanat o vakit Şam’da veya Medine’de olduğundan, vukuat-ı Mehdiye veya Süfyaniyeyi merkez-i saltanat civarında olan Basra, Küfe, Şam gibi yerlerde tasavvur ederek öyle tefsir etmişler. Hem de, o eşhasın şahs-ı mânevisine veya temsil ettikleri cemaate ait âsâr-ı azîmeyi o eşhasın zatlarında tasavvur ederek öyle tefsir etmişler ki, o eşhas-ı hârika çıktıkları vakit bütün halk onları tanıyacak gibi bir şekil vermişler. Halbuki demiştik: Bu dünya tecrübe meydanıdır. Akla kapı açılır, fakat ihtiyarı elinden alınmaz. Öyle ise, o eşhas hattâ o müthiş Deccal dahi çıktığı zaman çokları, hattâ kendisi de bidayeten Deccal olduğunu bilmez. Belki nur-u imânın dikkatiyle o eşhâs-ı âhirzaman tanılabilir.”

“Alâmet-i kıyametten olan Deccal hakkında Hadîs-i Şerifte, “Birinci günü bir sene, ikinci günü bir ay, üçüncü günü bir hafta, dördüncü günü eyyam-ı şâire gibidir. Çıktığı zaman dünya işitir. Kırk günde dünyayı gezer.”rivayet ediliyor. İnsafsız insanlar bu rivayete muhal demişler. Hâşâ, şu rivayetin inkâr ve iptaline gitmişler. Halbuki, -İlim Allah’ın katındadır- hakikati şu olmak gerektir ki: Âlem-i küfrün en kesafetlisi olan şimalde tabiiyyûnun fikr-i küfrîsinden süzülen bir cereyan-ı azîmin başına geçecek ve ulûhiyeti inkâr edecek bir şahsın şimal tarafından çıkmasına işaret ve şu işaret içinde bir remz-i hikmet vardır ki, kutb-u şimalîye yakın dairede bütün sene, bir gece bir gündüzdür. Altı ayı gece, altı ayı gündüzdür. “Deccalın bir günü bir senedir” o daire yakınında zuhuruna işarettir, “ikinci günü bir aydır.” demekten murad, şimalden bu tarafa geldikçe bazan olur yazın bir ayında güneş gurub etmez. Şu dahi, Deccal şimalden çıkıp âlem-i medeniyet tarafına tecavüzüne işarettir. Günü Deccal’a isnad etmekle şu işarete işaret eder. Daha bu tarafa geldikçe bir haftada güneş gurub etmiyor. Daha gele gele tulü’ ve gurub ortasında üç saat devam ediyor. Ben Rusya’da esarette iken böyle bir yerde bulundum. Bize yakın, bir hafta güneş gurub etmiyen bir yer vardı. Seyir için oraya gidiyorlardı. “Deccal’ın çıktığı vakit, umum dünya işitecek” olan kaydı, telgraf ve radyo halletmiştir. Kırk günde gezmesini de, merkebi olan şimendifer ve tayyare halletmiştir. Eskiden bu iki kaydı muhal gören mülhidler, şimdi âdi görüyorlar!..”

“Alâmet-i kıyametten olan Ye’cüc ve Me’cüce ve Sedde dair bir risalede, bir derece tafsilen yazdığımdan ona havale edip şurada yalnız şunu deriz ki: Eskiden Mançur, Moğol ünvaniyle içtimaat-ı beşeriyeyi zir-ü zeber eden taifeler ve Sedd-i Çinî’nin yapılmasına sebebiyet verenler, kıyamete yakın yine anarşistlik gibi bir fikirle medeniyet-i beşeriyyeyi zir ü zeber edecekleri, rivayetlerde vardır. Bazı mülhidler derler: “Bu kadar acâibi yapan ve yapacak taifeler nerede?”

“Elcevab: Çekirge gibi bir afat, bir mevsimde pek çok kesretle bulunur. Mevsim değiştikçe memleketi fesada veren kesretli o taifelerin hakikatleri mahdut bazı ferdlerde saklanıyor. Yine zamanı geldikçe emr-i İlâhî ile o mahdut ferdlerden gayet kesretli aynı fesad yine başlar. Güya onların hakikatı milliyetleri inceliyor, kopmuyor. Yine mevsimi geldikçe zuhur ediyor. Aynen öyle de: Bir zaman dünyayı here ü merc eden o taifeler, izn-i ilâhî ile mevsimi geldiği vakit aynı o taife, medeniyet-i beseriyeyi here ü merc edecekler. Fakat onların muharrikleri başka bir surette tezahür eder. –Gaybı Allah’tan başka kimse bilmez-“ (Sözler, Yirmi Dördüncü Söz, Üçüncü Dal, s.341-345)

Hadislerde kıyamet alâmetlerinden bahsedilir. Ezcümle: Sahih-i Müslim 52. Kitab-ül Fiten, 13.Bab ve îbn-i Mâce, 36.Kitab-ül Fiten, 25 ve 28. Bablar, T.T. 5ci. 5.kitab, sah.531, yedi bölüm olup fitneler ve kıyamet alâmetleri hakkındadır.

“Âhirzaman alâmetlerinden olan; Deccal ve Deccal’ın mahiyeti, İsâ Aleyhisselâm’ın onu öldürmesi ve Deccal’ın yalancı cennet ve cehennemine dair birkaç mes’ele:”

“Rivayetler, Deccal’ın dehşetli fitnesi İslâmlarda olacağını gösterir M, bütün ümmet istiaze etmiş. (195) –Gaybı Allah’tan başka kimse bilmez- Bunun bir te’vili şudur ki: İslamların Deccalı ayrıdır. Hattâ bir kısım ehl-i tahkik. İmam-ı Ali’nin (R.A.) dediği gibi demişler ki: Onların Deccal’ı Süfyan’dır. İslâmlar içinde çıkacak, aldatmakla iş görecek. Kâfirlerin Büyük Deccal’ı ayrıdır. Yoksa büyük Deccal’ın cebr ve ceberut-u mutlakına karşı itaat etmiyen şehid olur ve istemiyerek itaat eden kâfir olmaz, belki günahkâr da olmaz.” (Şualar, Beşinci şua, İkinci Makam, s.585)

Sual: “Âhirzamanda Hazret-i İsa Aleyhisselâm Deccal’ı öldürdükten sonra, insanlar ekseriyetle dîn-i hakka girerler. Halbuki rivayetlerde gelmiştir ki: “Yeryüzünde Allah Allah diyenler bulundukça kıyamet kopmaz.” (192) Böyle umumiyetle îmana geldikten sonra nasıl umumiyetle küfre giderler?”

“Elcevab: Hadîs-i Sahihde rivayet edilen: “Hazret-i İsa Aleyhisselâmm geleceğini ve Şeriat-ı İslâmiye ile amel edeceğini, Deccal’ı öldüreceğini” îmanı zaif olanlar istib’ad ediyorlar. Onun hakikati îzah edilse, hiç istib’ad yeri kalmaz. Şöyle ki:” “O hadîsin ve Süfyan ve Mehdî hakkındaki hadîslerin ifade ettikleri mâna budur ki: Âhirzamanda dinsizliğin iki cereyanı kuvvet bulacak:”

“Birisi: Nifak perdesi altında Risalet-i Ahmediyeyi (A.S.M.) inkâr edecek Süfyan namında müdhiş bir şahıs, ehl-i nifakın başına geçecek, Şeriat-ı İslâmiyenin tahribine çalışacaktır. Ona karşı Âl-i Beyt-i Nebevinin silsile-i nuranîsine bağlanan, ehl-i velayet ve ehl-i kemâlin başına geçecek Âl-i Beytten Muhammed Mehdî isminde bir zât-ı nuranî, o Süfyan’ın şahs-ı manevîsi olan cereyan-ı münafıkâneyi öldürüp dağıtacaktır.”

“İkinci cereyan ise: Tabiiyyun, maddiyyun felsefesinden tevellüd eden bir cereyan-ı Nemrudane, gittikçe âhirzamanda felsefe-i maddiye vasıtasıyla intişar ederek kuvvet bulup, Ulûhiyeti inkar edecek bir dereceye gelir. Nasıl bir padişahı tanımıyan ve ordudaki zâbitan ve efrad onun askerleri olduğunu kabul etmiyen vahşî bir adam, herkese, her askere bir nevi padişahlık ve bir gûya hâkimiyet verir. Öyle de: Allah’ı inkâr eden o cereyan efradları, birer küçük Nemrud hükmünde nefislerine birer rububiyet verir. Ve onların başına geçen en büyükleri, ispirtizma ve manyetizmanın hâdisatı nev’inden müdhiş hârikalara mazhar olan Deccal ise; daha ileri gidip, cebbarâne sûrî hükümetini bir nevi rububiyet tasavvur edip ulûhiyetini ilân eder. Bir sineğe mağlub olan ve bir sineğin kanadını bile îcad edemeyen âciz bir insanın ulûhiyet dâva etmesi, ne derece ahmakçasına bir maskaralık olduğu malûmdur.”

“İşte böyle bir sırada, o cereyan pek kuvvetli göründüğü bir zamanda, Hazret-i îsâ Aleyhisselâmın şahsiyet-i mâneviyesinden ibaret olan hakikî İsevîlik dîni zuhur edecek, yâni Rahmet-i İlâhiyyenin semasından nüzul edecek; hâl-i hazır Hıristiyanlık dîni o hakikata karşı tasaffi edecek, hurâfattan ve tahrifattan sıyrılacak, hakaik-ı İslâmiye ile birleşecek; manen, Hıristiyanlık bir nevi İslâmiyete inkılâb edecektir… Ve Kur’ana iktidâ ederek, o İsevîlik şahs-ı manevîsi tâbi’ ve İslâmiyet metbu’ makamında kalacak. Dîn-i Hak, bu iltihak neticesinde azîm bir kuvvet bulacaktır. Dinsizlik cereyanına karşı ayrı ayrı iken mağlub olan İsevîlik ve İslâmiyet; ittihad neticesinde, dinsizlik cereyanına galebe edip dağıtacak istidadında iken, âlem-i semâvatta cism-i beşerîsiyle bulunan Şahs-ı İsa Aleyhisselâm, o dîn-i hak cereyanının başına geçeceğini, bir Muhbir-i Sâdık, bir Kadir-i Külli Şey’in va’dine istinad ederek haber vermiştir. Madem haber vermiş, haktır; madem Kadir-i Külli Şey’ va’detmiş, elbette yapacaktır.”

“Evet, her vakit semâvattan melâikeleri yere gönderen ve bâzı vakitte insan suretine vaz’eden (Hazret-i Cibril’in “Dıhye” suretine girmesi gibi) ve ruhanîleri Âlem-i Ervahtan gönderip beşer suretine temessül ettiren, hatta ölmüş evliyaların çoklarının ervahlarını cesed-i misaliyle dünyaya gönderen bir Hakîm-i Zülcelâl, Hazret-i Isa Aleyhisselâmı, İsa dînine ait en mühim bir hüsn-ü hatimesi için, değil semâ-i dünyada cesediyle bulunan ve hayatta olan Hazret-i Isa, belki âlem-i âhiretin en uzak köşesine gitseydi ve hakikaten ölseydi, yine şöyle bir netice-i azîme için ona yeniden cesed giydirip dünyaya göndermek, o Hakîm’in hikmetinden uzak değil, belki onun hikmeti öyle iktiza ettiği için va’detmiş ve va’dettiği için elbette gönderecek…”

“Hazret-i Isa Aleyhisselâm geldiği vakit, herkes O’nun hakiki İsa olduğunu bilmek lâzım değildir. Onun mukarreb ve havassı, nûr-u îman ile O’nu tanır. Yoksa bedahet derecesinde herkes O’nu tanımıyacaktir.”

“Suâl: Rivayetlerde gelmiş ki: “Deccal’ın bir yalancı Cenneti var; kendine tâbi ‘ olanları ona atar. Hem yalancı bir Cehennemi var; tâbi’ olmayanları ona atar. (196) Hattâ o kendi merkebinin de bir kulağını Cennet gibi, bir kulağını da Cehennem gibi yapmış… Azamet-i bedeniyesi bu kadardır, şu kadardır.” diye tarif at var?”

“Elcevab: Deccal’ın şahs-ı sûrîsi insan gibidir. Mağrur, fir’avunlaşmış, Allah’ı unutmuş olduğundan; sûrî, cebbârâne olan hâkimiyetine, ulûhiyet namını vermiş bir şeytan-ı ahmaktır ve bir insan-ı dessastır. Fakat şahs-ı manevîsi olan dinsizlik cereyan-ı azîmi, pek cesîmdir. Rivayetlerde Deccal’a ait tavsifat-ı müdhişe ona işaret eder. Bir vakit Japonya’nın başkumandanının resmi, bir ayağı Bahr-i Muhitte, diğer ayağı on günlük mesafedeki Port Artür Kal’asında tasvir edilmiş. O küçük Japon Kumandanının bu surette tasviriyle, ordusunun şahs-ı manevîsi gösterilmiş.” “Amma Deccal’ın yalancı Cenneti ise, medeniyetin câzibedar lehviyatı ve fantaziyeleridir. Merkebi ise, şimendifer gibi bir vasıtadır ki bir başında ateş ocağı bulunur, kendine tâbi’ olmıyanları bazan ateşe atar. O merkebin bir kulağı, yâni diğer başı Cennet gibi tefriş edilmiş, tâbi’ olanları oraya oturtur. Zaten sefih ve gaddar medeniyetin mühim bir merkebi olan şimendifer ehl-i sefâhet ve dünya için yalancı bir Cennet getirir. Bîçâre ehl-i diyanet ve ehl-i îslâm için medeniyet elinde Cehennem zebanisi gibi tehlike getirir, esaret ve sefalet altına atar.” “İşte İsevîliğin dîn-i hakikîsi zuhur ile ve İslâmiyete inkılâb etmesiyle, çendan âlemde ekseriyet-i mutlakaya nurunu neşreder. Fakat yine kıyamet kopmasına yakın tekrar bir dinsizlik cereyanı baş gösterir, galebe eder ve “Elhükmü-lil-ekser” kaidesince, yeryüzünde “Allah Allah” diyecek kalmıyacak, yâni ehemmiyetli bir cemaat, Küre-i Arz’da mühim bir mevkie sahip olacak bir surette “Allah Allah” denilmiyecek demektir. Yoksa ekalliyette kalan veyahut mağlûb düşen ehl-i hak, kıyamete kadar baki kalacak; yalnız, kıyametin kopacağı ânında, kıyametin dehşetlerini görmemek için, bir eser-i rahmet olarak, ehl-i îmanın ruhları daha evvel kabzedilecek, kıyamet kâfirlerin başına kopacaktır.” (Mektubat, On Beşinci Mektup, s.56-58)

“Amma güneşin mağribden tulu ise, bedahet derecesinde bir alâmet-i kıyamettir. Ve bedaheti için, aklın ihtiyarı ile bağlı olan tevbe kapısını kapayan bir hâdise-i semaviye olduğundan tefsiri ve mânası zahirdir, te’vile ihtiyacı yoktur. Yalnız bu kadar var ki:”

Allahu a’lem, o tulûun sebeb-i zahirîsi: Küre-i Arz kafasının aklı hükmünde olan Kur’an onun başından çıkmasıyla zemin divâne olup, -izn-i îlâhî ile başını başka seyyareye çarpmasıyla hareketinden geri dönüp- garbdan şarka olan seyahatini, irâde-i Rabbani ile şarkdan garba tebdil etmekle Güneş garbdan tulûa başlar. Evet, Arzı Şems ile, Ferşi Arş ile kuvvetli bağlayan Hablullah-il-metin olan Kur’an’ın kuvve-i cazibesi kopsa; küre-i arzın ipi çözülür, başıboş serseri olup aksiyle ve intizamsız hareketinden güneş garbdan çıkar. Hem müsademe neticesinde emr-i îlâhî ile Kıyamet kopar diye bir te’vili vardır.” (Şualar, Beşinci Şua, s.591)

Âhiret hayatını bırakıp sadece dünya menfaat ve lezzetlerini esas alan anlayış ve sistem sahibi olmak mânasında olarak Deccal a’verdir; yani tek gözlüdür, mealindeki hadisler için (bk. T.T., V / Hadîs 1031, 1032, 1033, 1035, 1037, 1043).

“Büyük Deccal’ın ispirtizma nevinden teshir edici hassaları bulunur. İslâm Deccalının dahi, bir gözünde teshir edici manyetizma bulunur. Hattâ rivayetlerde, “Deccal’ın bir gözü kördür.” diye nazar-ı dikkati gözüne çevirerek Büyük Deccal’ın bir gözü öteki göze nisbeten kör hükmünde olduğunu hadiste kaydetmekle, onlar kâfir-i mutlak bulunduğundan yalnız münhasıran bu dünyayı görecek birtek gözü var ve akıbeti ve âhireti görebilecek gözleri olmamasına işaret eder.” (Şualar, Beşinci Şua, s.595)

Rivayette: (…) Yani:

“Deccal sol gözü kör, saçı çoktur. Cennet ve cehennemi vardır; fakat gerçekte cehennemi cennet, cenneti de cehennemdir.” (Buhâri, Enbiya 50; İbn Mâce, Fİten 33, 4071)

“Hem “Rivayette var ki: -Îsa Aleyhisselâm Deccal’ı öldürdüğü münasebetiyle- “Deccal’ın fevkalâde büyük ve minareden daha yüksek bir azamet-i heykelde ve Hazret-i İsa Aleyhisselâm ona nisbeten çok küçük bulunduğunu….” gösterir. (Mecmeu’z-Zevâid, 8/244) –Gaybı Allah’tan başka kimse bilmez- Bunun bir te’vili şu olmak gerektir ki: İsa Aleyhisselâmı Nur-u îman ile tanıyan ve tâbi olan cemaat-i ruhaniye-i mücahidinin kemiyeti, Deccal’ın mektebce ve askerce ilmî ve maddî ordularına nisbeten çok az ve küçük olmasına işaret ve kinayedir.” (Şualar, Beşinci Şua, s.588-589)

– Deccal’ın icraatını beğenmiyenler onu tanıyabilirler. Yani: Aşağıdaki rivayetten anlaşılır ki, Deccaliyet tarz-ı hayatını yaşayıp beğenenler, onun dalâlet ve sefahetinin çirkinliğini güzel görüp derin bir gaflete düşerler.

Bir rivayette şöyle buyrulur: (…) Yani:

“Bilirsiniz ki, sizden hiç bir kimse ölünceye kadar Rabbini görmeyecektir. Şu muhakkaktır ki, Deccal’ın iki gözü arasında “kâfir” yazılıdır; onun işi ve icraatını beğenmiyen herkes bu yazıyı okur.” (bk. Ebu Dâvud, Melahim 14, 4316 , 4318; Tirmizî, Fiten 62, 2245; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/211, 249)

Diğer bir rivayet de meâlen şöyledir:

“Ümmetim on beş şeyi yaptığı vakit belâ başlarına iner.” buyurdu.
— Ey Allah’ın Resulü! Bunlar nedir, denildi. Peygamber (A.S.M.)
— Devlet malı yalnız bir takım insanlara verilip ötekilerin mahrum bırakıldığı; emanetin kendisine bırakılan kişi tarafından ganimet sayıldığı; zekâtın ödenmesi gereken bir zarar telâkki edildiği; kocanın her hususta karısının emrinde bulunduğu; kişinin, anasına isyan edip arkadaşına itaat ettiği; babasına cefa ettiği; mescidlerde yüksek sesle konuşulduğu; bir halkın en alçağı, o halkın ilk adamı olduğu; kişinin şerrinden korkulduğu için ikram edildiği; içkinin bol bol içildiği; ipek elbiselerin giyildiği; şarkıcı kadınların, çalgı âletlerinin yaygın hale geldiği ve bu ümmetin sonundakilerin, ilkte bulunanları lanetlediği vakit bu on beş şey gerçekleşmiş demektir. İşte bu saydıklarım meydana geldiği vakit, kızıl rüzgârı veya hasfı ya da mesh’ı bekleyin.” (Tirmizi, Fiten 39)

“Rivayette var ki: “Ahirzamanın dehşetli bir şahsı sabah kalkar; alnında “Hazâ kâfir” yazılmış bulunur.” (bk. Müsned, 3:115, 211, 228, 249, 250, 5:38, 404-405, 6:139-140)

“Allahu a’lem bissavab bunun te’vili şudur ki: O Süfyan, kendi başına frenklerin serpuşunu koyup herkese de giydirir. Fakat cebir ve kanun ile tamim ettiğinden o serpuş dahi secdeye gittiği için inşâallah ihtida eder, daha herkes -yalnız istemeyerek- onu giymekle kâfir olmaz.” (Şualar, Beşinci Şua, s.582),

Kaynak: Sorularla İslamiyet