Dünyadaki birlik ve beraberlikleri bir gözden geçirelim. İnsanın her tarafı göz olsa faydasız olur. Farklı farklı uzuvlar bir araya gelmiş ve hayat denen mu’cize ortaya çıkmıştır. Şimdi göz dese: “Gelin hep benim gibi olun.” Bu söz hem zarardır, hem de imkânsızdır. O halde bütün organların “Hedefimiz bir olsun. Herkes kendi gücü nisbetinde vücuduna ve hayatının devamına hizmet edelim.” demesi en uygunudur.

Ayrıca toplumdaki farklı meslekler; ordudaki hava, kara, deniz gibi farklılıklarla aynı şekilde değerlendirilebilir.

Cemaat, tarikat, mezhep farklılıkları da bunun gibi düşünülebilir. Hepsi vücudun farklı azaları gibidir. Ama tek amaçları olmalı: “Allah rızası için şu insanlığa hizmet etmek.” Hedef bir olunca isimlerin farklı olması önemli değildir.

Diğer önemli bir husus da birbirimizi tenkit etmek meselesi. Hani sorsanız birisine: “Dünyanın en iyi annesi kimdir?” Şüphesiz “Benim annem.” diyecektir. Kendine göre bu cevapta haklıdır. Ama bu cevap dünyada başka annelerin güzel olmadığı manasına gelmez.

Bize de “En güzel meslek, meşrep ve mezhep hangisidir?” diye sorulsa, “En güzel benimkidir.” diyebiliriz. Diğerleri de böyle düşünebilir. O zaman aradaki ayrılıklar düşmanlıklar kalkar.

Cemaatler toplumun manevi hayatını devam ettirmeye çalışan uzuvlar gibidir. Hedefleri bir olduğu müddetçe, bu vazife taksiminden inşallah Allah’ın rızası çıkacaktır.

Bizim hayatımız Allah’tan olduğu gibi hayatımızın istikameti de yine Allah tarafından belirlenir. Yani insanın insan olması için ne gerekli ise yine Allah tarafından ortaya konulur. Bunun için ayrı bir otoriteye ihtiyaç yoktur. Bu nedenle Allah’ımızın koyduğu kaideleri sistemleştiren ve mücessemleştiren peygamberlik müessesesi de elbette Allah tarafından kurulmakta ve idare edilmektedir.

Demek ki, başta Kur’an sonra sünnet-i Peygamberi bizim önderimizdir. Bu iki menbadan istifade eden hak mezheplerimizde yine bizi Allah’a yaklaştıran dini müesseselerdir. Bunların ortaya koyduğu esas ve prensipler, tamamıyla Kur’an ve hadis kaynaklıdır. Bundan dolayı bunlarda dinin ve İslam’ın vazgeçilemez unsurlarıdır. Çünkü bir müçtehid bir söz söylediği vakit kendi namına değil, tamamıyla “Ben Kur’an’dan şunu böyle anladım.” dengesi üzerinde kurduğundan, Allah namına konuşur ve fetva verir.

Cemaatlere gelince, bunlarda tamamıyla ihlası ve rıza-i ilahiyi esas tutmak şartıyla, yine dinden kabul edilmektedir. Zira bunların başında bulunan alim büyüklerimiz hayatlarının her safhasında “Ben Allah’ın rızasını nasıl kazanırım? Bu insanları nasıl Allah ile barıştırabilirim?” muhasebesi hakimdir. Bu yüzden bu gibi insanların verecekleri her talimatta, Allah’ın koyduğu prensipler doğrultusunda Allah rızası olduğundan bunları da yine dinden kabul etmek gerekir.

Çünkü anlattıkları şeyler, genellikle Kur’an ve hadis kaynaklıdır. Madem bu gibi insanlar ve cemaatler kendilerinden değil dinden konuşuyorlar. Elbette şefkat tokatları gibi mü’minleri lakaytlıktan kurtaran ve ciddiyete sevk eden bazı ilahi kanunlardan bahs edecekler. Ve insanların başına gelen musibet ve sıkıntıların bazılarının, din hizmetindeki tembellikten kaynaklandığını ifade edecekler.

Zaten Kur’an ve şeriatın bir kısmı mükafatı anlatırken, bir kısmı da yapılan günahlara karşı mücazatı, yani cezayı anlatmaktadır. Bunu bir İslam alimi anlatsa ve dindarların tembelliklerinden dolayı, musibetlere giriftar olacağını belirtse ve haber verse, bu tamamıyla şeriatın tarzı olur…

Kaynak: Sorularla İslamiyet

Ayrıca, konuyla ilgili bu videomuzu izleyebilirsiniz.