Değerli kardeşim,
Evet, fıkıh kitaplarımızda böyle bir olay anlatılır. Ancak Serahsî’nin de naklettiği Hz. Selman olayı, Peygamberimiz (a.s.m.)’in hayatında ve O’nun izni ile cereyan etmiş olamaz. Çünkü “Acemler Selman’a yazarak istediler, o da tercüme edip gönderdi…” deniyor. Acemlerin İslâm’a girmeleri Hz. Peygamber (asm)’in irtihalinden sonra vukû bulmuştur.
Ayrıca İmam-ı Âzam’ın namazda Fatiha suresinin Farsça Tercümesinin okunabileceği fetvası özel duruma aittir:
1. İslam merkezinden uzak olan yerlerde bulunanlara aittir.
2. Bir rivayette (1) cennet lisanından sayılan Farsça’ya tercümeye mahsustur.
3. Fâtiha’ya özel olarak cevaz verilmiştir. Böylece Fâtiha’yı bilmeyenler namazı terk etmesin.
4. İman kuvvetinden gelen bir duygu ile Fatiha’nın mukaddes manalarını anlamak isteyenler için caiz görülmüştür. Halbuki, iman zayıflığından ve Kur’an dili olan Arapça’ya karşı -ırkçılık fikrinden dolayı- nefret duymaktan gelen bir his ile Fatiha’yı tercüme edip Arabî aslını terk etmek, dini terk ettirmektir! (2)
Ayrıca, İmam Azam’ın bu içtihadından döndüğü rivayet edilmiştir. (3).
Bununla birlikte ilk bakışta müminin, kendi diliyle Rabbine kulluk etmesi akla, daha doğrusu hisse daha uygun gibi geliyor. Fakat mesele incelendiğinde, farklı boyutlara varılıyor:
Her şeyden önce dua ile namaz arasında açık bir ayırım yapmak gerekir. Namaz dışındaki duada bir mümin ihtiyaçlarını ve dileklerini Rabbine istediği dilde bildirir. Bu şahsi bir meseledir ve kulun, Halıkı’na kendi ihtiyaçlarını ve arzularını doğrudan doğruya, vasıtasız olarak arz etmesiyle ilgilidir. Duada her insan kendi lisanıyla Rabbine iltica edebilir.
Namaz ise bundan çok farklıdır. Namazda hangi dilden ve ırktan olursa olsun, bütün Müslümanların bir tek vücut olarak birleşmeleri ve Allah’a topluca ibadet etmeleri söz konusudur. Bu ibadette gönüller gibi dillerin de birlik arz etmesi gerekir. Kaldı ki, ibadetler Allah nasıl emretmişse ve Allah Resulü (asm.) nasıl tarif etmişse öyle yapılacaktır.
Meselenin diğer bir cephesi de şudur: Hiçbir tercüme, asla orijinalinin yerini tutamaz. Kur’an, Allah kelamıdır ve Arapça nazil olmuştur. Allah’ın kudret sıfatından gelen şu varlıklar taklit edilemediği gibi, onun kelam sıfatından gelen Kur’an da taklit edilemez. Ve Kur’an’ın tercümesine Kur’an denmez. Kur’an’ın bir harfine en az on sevap verilmesi, Allah kelamını tekrar etmenin karşılığında kullara bir İlâhî ihsandır. Tercüme, Allah kelamı olmadığından bu mana orada kaybolur. İnsan, Kur’an mealini okumakla, Kur’an okumanın değil, ilim noktasında bir şeyler öğrenmenin sevabını alır.
Kaynak: Sorularla İslamiyet
Dipnotlar:
- Aliyyü’l-Kârî, el-Esrâru’l-Merfûa, s. 182
- bk. Nursi, Mektubat, Yirmi Dokuzuncu Mektup
- M. Sabrî, Mese’eletü-Tercemeti’l-Kur’ân, s.29
Yorumlar (0)